BOZKURTLAR OTAĞI
BOZKURTLARIN OTAĞINA HOŞGELDİNİZ.

ÜYE ADI OLARAK TÜRKÇE İSİMLER KULLANINIZ.
AKSİ DURUMDA ÜYELİĞİNİZ KABUL EDİLMEYECEKTİR.

ÜYELİĞİNİZİN HEMEN AKTİF OLMASI İÇİN MAİL ADRESİNİZE GELEN ÜYELİK AKTİVASYON LİNKİNE TIKLAYINIZ.

BOZKURTLAR OTAĞI
BOZKURTLARIN OTAĞINA HOŞGELDİNİZ.

ÜYE ADI OLARAK TÜRKÇE İSİMLER KULLANINIZ.
AKSİ DURUMDA ÜYELİĞİNİZ KABUL EDİLMEYECEKTİR.

ÜYELİĞİNİZİN HEMEN AKTİF OLMASI İÇİN MAİL ADRESİNİZE GELEN ÜYELİK AKTİVASYON LİNKİNE TIKLAYINIZ.

BOZKURTLAR OTAĞI
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


ÜLKÜCÜ HAREKET ENGELLENEMEZ
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Sayfayı FaceBook'ta Paylaş

 

 RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:41 pm

RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM




Şeyh Edebâli’nin dediği gibi “İnsanlar vardır, şafak vakti doğup, akşam ezânında ölürler..” Kendilerine tahsis edilen ömrü tamamladıktan sonra, bu fânî dünyadan göç edip, bâkî âleme vâsıl olurlar...

Bu insanların büyük çoğunluğu, hayata ve zamana dâir önemli izler bırak/a/madıkları için geceye misafir olan akşamla birlikte unutulup giderler...

Bir kısım insan da vardır ki; yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları ve yazdıklarıyla tarihte, toplumda ve insanlığın hâfızasında derin izler bırakır; geceye karışıp gitmez, nisyâna terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayâtiyetini devâm ettirir, hatırlanır, aranır ve ya’dedilirler...

Onlar, büyük dâvâların, ulvî hedeflerin, soylu mefkûrelerin ve kutsal inançların müntesibi olup, bu yüce değerlerin gölgesinde şekillenen eşsiz bir mücâdelenin, tâvizsiz bir tavrın ve şâhikalaşmış bir şahsiyetin sahibi olan müstesnâ kimselerdir.....




Onlar, hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, çizgilerinde aslâ kırıklık olmayan, etrafı birer meşâle gibi aydınlatan, yollara ışık serpen, toplumlara hedef ve istikâmet veren, pek çok nesle örnek olabilmeyi başarabilen âbide şahsiyetlerdir…

İşte Rahmetli Galip Erdem ağabeyimiz de bu âbide şahsiyetlerden birisiydi. O, îman ve inancı, ilim ve kültürü, kararlılık ve cesâreti, ahlâk ve fazileti, hoşgörü ve vefâsı, tavır ve duruşu, ferâgat ve hasbîliğiyle nesiller boyu anlatılması gereken ve mutlaka anlatılacak olan örnek bir davâ adamıydı…

Galip Erdem, gençliğe yeni ufuklar açan bir mütefekkir, gelecek nesillere idealizm aşılayan bir gönül eriydi. Türk milliyetçilik tarihine ve bütün ülkücülerin kalbine altın harflerle yazılan rütbesiz bir mareşaldi...

Galip Erdem, Rize’nin Fındıklı ilçesinde10 Mart 1930’da dünyaya gelir. İlkokulu, 11 Mart İlkokulu’nda bitirir; ortaokulu, nahiye müdürü olan babasının memuriyeti dolayısıyla Bitlis ve Siirt illerinde tamamlar. 1949 yılında Erzurum Lisesi’nden pekiyi derece ile diploma alır. 1951 yılında yedek subay olarak askere gider ve 1952 Ekim’inde terhis olur.

Çeşitli memûriyet görevlerinde bulunur, ama bu görevlerde uzun süre çalışmaz. Galip Erdem’in hayat tarzıyla memuriyetin mesâi kavramı hiç uyuşmadığı için bu vazifeleri kısa sürede bırakır. 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olur. 1958-1960 yılları arasında Türk Yurdu Dergisi’nin Genel Yayın Müdürlüğü görevini yürütür.

1961 yılında Tercüman Gazetesi’nde yazarlık yapar. Bilahare Yeni İstanbul gazetesine geçer. 1963 yılında İzmir’de avukatlık stajını tamamlar. Çok çeşitli kurumlarda müşavir ve danışmanlık görevlerinde bulunur.

Bizim Anadolu, Ortadoğu, Hergün…. gibi günlük gazetelerde ve Devlet, Töre, Bozkurt, Ocak, Yeni Sözcü, Ülkücü Kadro, Millî Eğitim ve Kültür, Bakış vs. olmak üzere ülkücü hareketin çıkardığı bütün dergilerde Galip Erdem, Bilge Erdem, Elif Bilge, Murat Bilge, İlteriş Metin, Mehmet Rasim ve Aptâlî isimleriyle fıkralar ve makaleler yazdı. 1982 yılında emekli oldu ve MHP-Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda avukatlık yaptı.

O güzel insan, 12 Mart 1997 Çarşamba gecesi saat 22.10’da Ankara Gazi Hastanesi’nde bütün Ülkücüleri gözü yaşlı bırakarak “Soylu atlara binip” ebedî âleme gitti. Cenazesi 14 Mart 1997 Cuma günü öğleyin Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Cebeci Asrî mezarlığına defnedildi. Galip Erdem’in yayınlanmış eserleri: Ülkücünün Çilesi, Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar, Suçlamalar (iki cilt) ve Mektuplar’dır...Kitap haline gelmemiş yüzlerce yazısı, yayınlanmamış atmışa yakın şiiri vardır...

Rahmetli Galip Erdem, “67 yıllık hayatına 500 senelik bir ömür sığdıran” sıra dışı bir insandı. Kültürü, vefası, fedakârlılığı, feraseti, inancı, milletine olan güveni, tavizsiz ülkücülük anlayışı, kıvrak zekâsı, nüktedanlığı ve hazır cevaplığıyla Galip Erdem, nev’i şahsına münhasır bir dâvâ adamıydı. O, “Herkes ölür ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz” sözünü hayatıyla ispatlamış bizim “Cesur Yüreğimizdi”… O, hayatı normal ölçülerde yaşamadı...

Normali aşan her şey vardı onun hayatında... O, ülküsü için şahsî hayatını hiçe saydığı, inandığı değerler için yaşadığı, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiği, kendini unutup milletini hiç aklından çıkarmadığı için “unutulmazlar” arasına girmiş örnek bir Türk milliyetçisiydi… O’nun gönlünde süflî sevdâlar aslâ yer bulamadı…

O, basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideâllerini hiç unutmadı… O, kalbini ve beynini hiçbir zaman midesinin emrine vermedi… O, kimliğini ve kişiliğini inkâr etmeden, eğilmeden, bükülmeden, inançlarına gölge düşürmeden, üç günlük dünya için bırakın nâmerde, merde bile muhtaç olmadan da idealist bir hayat yaşanabileceğini cümle âleme gösteren bir güzel insandı...

Galip Erdem 13 Ağustos 1961 tarihli Tercüman Gazetesi’nde kaleme aldığı “Ülkücünün Çilesi” adlı makalesinde: “... Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daima bir mücadele içinde ömür tüketirler.. ...Ülkücü dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma-bir hırka ona yeter.

Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlamaz...” diyerek anlattığı ülkücü çileyi bir ömür boyu çekmiş, hiç yılmamış, hiç taviz vermemiş, çizgisinde kırıklık bulunmamış, “lâf ile dünyaya nizâmat” vermemiş, “hânesinde bin türlü teseyyüp” bulundurmamış ve dünya malına tenezzül etmediği için ne banka hesabı, ne de tapu senedi olmamıştı...

“Bülbülün kırk türküsü vardır, kırkı da gül üstüne derler” ya, onun da bütün türküleri ülkü ve ülkücülük üzerine idi. Kimi zaman onlardan “Beşiktaşlı” diye bahseder, kimi zaman “Haskul”lardan söz eder, kimi zaman “Akyuvarların Hikayesinde” onları anlatır, kimi zaman da “Biri Elma, Biri Armut, Biri muz” diye hep ülkücü camianın dertlerini, meselelerini, inançlarını, çilelerini ve çözüm yollarını dile getirirdi...

İşte bu sebeplerden dolayı “Delikanlı Ülkücülerin” birkaç kuşağı Galip Erdem’e ayrı bir muhabbet besledi, müstesnâ bir sevgi duydu ve onu hep “ağabey” bildiler… Gerçekten de o, bütün ülkücülerin hep “Galip Abi”si oldu… O doğuştan ağabey yaratılan insanlardandı… Galip Erdem, ağabeylik sıfatını bi-hakkın yerine getirmiş, en kâmil mânâsıyla temsil etmiş bir dâvâ adamıydı... Aynı yaştakiler, hatta büyükler bile ona ağabey derdi.

Çünkü Galip Erdem, kocaman yüreğinin bir yerinde her ülkücü için ayrı bir mekan ayıran müstesna ve mükemmel bir ağabeydi... O, yalnızlığın asâletini kendi içinde yaşayan ama yüzbinlerce seveni olan muzdarip bahtiyarlardandı...

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, 12 Agustos 1963’te Nürnberg’ten yazdığı bir mektupta Galip Erdem’e “Galib-üz zaman” diye hitap eder. Bu mektubunda: “..Saltanatsız bir çınar ağacının dibinde senin Dede-Korkut’dan olduğunu ayân-beyân gördüm. Onun kişilerindensin. Anlı-şanlı o tâifedensin. Kutlu, sırlı sözler dağıtırsın. Esrarlı bir çeşmesin.

Sözü muhkem söylersin. Özden söylersin. Bir ibâdet vecdi içinde, bir sema şevki içinde kelâm eylersin. Gönülden, kelâmdan yana cömertsin. Sehâ sende mazhârını bulmuştur. Allah, Peygamber-i Ekberi, İmâmeyni Muhteremeyni yüzü suyu hürmetine seni esirgeyip hıfzeyleye. Himâyet ve siyânet buyura... ” sözleriyle duygularını satırlara dökmüş, Erdem sahibi “Galib-üz-zaman” hakkında çok isâbetli tespitlerde bulunmuştur...

Gerçekten de o bir gönül adamıydı, bir kelam ustasıydı, bir kalem ehliydi, bir nükte hazinesiydi. Asırlar öncesinden günümüze hitabeden, “soy soylayan-boy boylayan” bir Dede-Korkut, inandığı değerlerin çilesine talip olan bir Osmanlı Çelebisi, serhat boylarında at koştururken yolu Ankara’ya düşmüş bir akıncı beyiydi... O, fikir tezgâhında devamlı çile dokuyan ve çile girdabında hiç şikâyet etmeden ülküsünü yaşayan ideâlizmin son efsânesiydi…

Ülkücü hareket için mesai harcamak, fikir çilesi çekmek, düşünmek, konuşmak, yazmak onun için çok önemli bir görev, ihmâli mümkün olmayan bir vazifeydi... Bu sebeple bizim çıkardığımız bütün gazete ve dergiler mutlaka Galip Erdem’in kalemiyle müşerref olur ve yayınlarımız onun yazılarıyla irtifâ kazanırdı…

Galip Erdem, çok genç yaşında Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi olan Tercüman’da köşe sahibi olmuş, başyazarlık yapmıştı. Kısa sürede ismini geniş kitlelere duyurdu...Yazarlık felsefesini 1.1.1961 tarihli Tecüman’daki yazısında. “..İnandıklarımın hepsini yazamayacağım, ama inanmadığım hiç bir şeyi de aslâ yazmayacağım..” diyerek açıklamıştı. Hayatı boyunca hep bu temel ilkesine ve hayat felsefesi olan ülküsüne her zaman bağlı kalmış, onlara salâ ihânet etmemiş ve inançlarından hiçbir zaman taviz vermemişti.

Türkçe’ye çok hakim ve anlatım mahâreti çok kuvvetli bir yazardı. Hemen bütün yazılarında didaktikliğin yanında, hafif bir alay, ironi, taşlama ve korkusuz bir edâ vardı. Yazıları çok zevkle okunurdu. Kalemi en güçlü silahıydı. Türkçe onun kaleminde çifte su verilmiş çelik kılıç gibiydi. Kalemini kılıç gibi kullanmasına rağmen, bazen “yazma orucu” tutar, bazen de “söz perhizine” girerdi...

Galip Erdem, zayıf, çelimsiz ve öne doğru hafif kamburdu. Onun sîmasında hastalıklı bir yüz yapısı vardı. O, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü tedâvülden kaldıran insanlardan biriydi. Vücudu çok sağlam değildi, ama kafası çok sağlam, muhakemesi çok güçlü, hafızası kuvvetli, yorum kabiliyeti olağanüstü olan ve pek çok sahaya vukûfiyeti bulunan bir “ayaklı kütüphane” ydi. Galip Erdem’in cesâmetiyle mütenasip olmayan bir cesâreti vardı.

Köroğlu cesâretiyle yaşamasına ve yazmasına rağmen, üfürülse uçacak 45 kiloluk bir insandı. Hâlim selim yapısına, çelimsiz bedenine rağmen çatal yürekli bir dava adamıydı. Cesaretini inancından ve çok sağlam fikir yapısından alıyordu. Onun hiç kimseye eyvallahı yoktu. Hiç kimsenin önünde eğilmedi.

O bizim “Küçük Dev Adam”larımızdan, “Atom Karınca”larımızdan birisiydi... Onun yüreği dev gibiydi... Herhalde “Pala Remzi” türküsü yanlışlıkla bu isme yazılmıştı... Çünkü Galip Erdem, bıyığı da, yüreği de pala olan yiğit bir kalem ve kelâm ehliydi.

Hep “adam gibi” durmayı bildi, yılmadı, yıkılmadı, korkmadı, ürkmedi, eğilmedi, her şartta ve her zaman önce adam, sonra dâvâ adamı olmayı bildi. 12 Eylül döneminde en cesur yazıları o yazdı. O, bizim en “Cesur yüreğimizdi” Kolay günlerin, rahat dönemlerin tatlı su milliyetçisi değildi... Fuzûlî’nin:

“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devrân bî-sükûn
Dert çok, hem-dert yok, düşman kâvî, tâli zebûn”

Diye ifâde ettiği dar zamanlarda vâr olan bir yiğit insandı…“Erlik darlıkta belli olur” diyenlerdendi. İnancı uğruna her türlü fedâkarlığı göze alırdı. Hiçbir hesabı olmadan dardaki her ülkücünün yardımına koşardı. Bizim neslimiz için 12 Eylül bir mîlattı, bir mikyastı, bir mihenkti... Bu zor dönemde 12 Eylül mihengine vurulan ve “yüzü-gözü krem çıkan” bazı davâ adamlarının (!) ayar düşüklüğü ortaya çıkarken, Galip ağabeyin 24 ayar altın olduğu bir kere daha herkes tarafından görülmüştü…

O. Türk milliyetçilerinin bu zor döneminde her işi bir yana bırakmış, eski defterleri kapatmış, “Zaman erlik zamanıdır, dünkü küskünlükleri bir yana bırakmak ve birlik olmak zamanıdır” demiş, kendisine “hain” diyenleri de savunmak için yıllar önce çıkarıp sandığa koyduğu avukat cübbesini yeniden giymiş, haksız yere zindanlara atılan, akıl almaz işkencelere maruz kalan “darbezede” ülkücülerin yardımına koşmuştu... Bir yandan avukat sıfatıyla davalara giriyor, bir yandan oluşturulan hukuk bürosunda diğer avukat arkadaşlarına yol gösteriyor, bir yandan da bahtsız ülkücülere ve ailelerine o meşhur “Mektup”ları götürüyordu...

Mamak’taki ülkücülere göndermek için topladığı paralara o “Mektup” adını vermiş ve bu mektupları değişik isimlerle cezaevlerine göndermişti. Rahmetli, ülkücülük söz konusu olunca sevmek fiilini diline tespih edenlerden değil, hayatıyla çekenlerdendi... Mamak mağdurları için emekli olan, emekli ikramiyesini bu uğurda harcayan, 5-6 yıl hiç aksatmadan haftalık 2 duruşma ve 2 ziyaret için düzenli olarak Mamak’a taşınan ve emsâli olmayan bir kahramandı... Eylül’deki hüznü, çileyi, yalnızlığı, çaresizliği ve ihâneti belki de en fazla o yaşadı…

Fakat ne Yusufiyeli ülkücüleri, ne de ailelerini boynu bükük bırakmadı... 12 Eylül’de nice büyük görünen bazı insanların esâmesi okunmazken, Galip Ağabey; Konsey üyelerine çok riskli mektuplar yazdı... Bir mektubunda: “Mamak’ta dar ağacına çekilmek istenen kişiler değil, Türk Milliyetçiliğidir” diye haykırıyordu... Kendisi için hiç yaşamadı, hep başkaları için, hep ülkücüler için yaşadı. Hasbîliğin canlı bir timsâli idi. Bilenler çok iyi bilir ki, Galip Erdem’in o dönemde yaptığı yiğitlikleri, yardımları, kadirbilirliği anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır…

Eskilerin “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir” diye bir sözü vardır. Her şey bir tarafa Galip Abi’nin 12 Eylül’de verdiği mücâdelenin zekâtı bile onu hayır ile ya’detmeye yeter de artar bile… Bu sebeple 12 Eylül denilince ülkücülerin aklına hep Galip Erdem gelir ve bu erdem âbidesinin kalbimizdeki müstesna yerini ve sevgisini kelimelere sığdırmak aslâ mümkün değildir…

Galip Erdem, dünyaya ve olaylara filozof gözüyle bakardı. Hayatı her türlü kural ve kayıttan münezzeh tutmayı temel düstûr edinmişti. Özellikle zamana, zamana dayalı sınırlamalara ve düzenlemelere kendisini hiç bağlı hissetmezdi. Geceleri sabahlara kadar okuyarak geçiren bir kitap kurduydu, gündüzlerini ise çoğunlukla uykuya hasrederdi… Bu sebeple gündüz çalışılacak ve zamana bağlı işleri hep bırakmış, avukatlık ve memurluk yapamamış, yazarlık ve müşâvirlik görevlerini üslenmişti...

Dağınık yaşardı, pejmürde giyinirdi, üç-dört günlük sakalla gezerdi. Elbisesi hiç ütülü olmazdı. O zaten kendi ifâdesiyle “Bekârlar tekkesinin bir garip Gâlibî şeyhiydi”... Fikir, his, mefkûre dünyamızı düzenleyen, ülkü, ahlâk ve siyâsî tercihlerimizi belirleyen bir “şeyh”ti... Dünya işlerini, evini, üstünü-başını kendisini sevenler tanzim ederdi... “Bizim tarikat şeyhi ıslah tarikatı. Her tarikat müridi ıslah için kurulur; Gâlibî tarikatı da beni ıslah için kurulmuştur..” derdi...

Çünkü bazen giydiği çorapların rengi farklı olur, bazen pijaması pantolonunun altından sarkar, bazen de gömleğinin düğmelerini ters iliklerdi. Galip Erdem, paraya hiç önem vermez, akçalı işleri sevmez ve maddeye hiç eyvallah etmezdi. “ Maddecilerin en ustası olmaktansa, bir ömür boyu Ülkü erlerinin peşinden gitmeyi, hatta ifâdemi mazur görünüz hep çırak kalmayı tercih ederim” diye yazan tok bir gönlün sahibiydi...

Dünya malına îtibar etmedi, maddeye hiç önem vermedi... Elindeki üç-beş kuruşu fakir ve ihtiyaç sahibi ülkücülere dağıttığı için hep maddi sıkıntı çekti, hiç iki yakası bir araya gelmedi... Dünyanın bir tek çöpünde gözü olmadı... “Fenafilhalk olmadan, fenafilhak olunmaz” felsefesinin müntesibiydi.

Galip erdem, kıvrak bir zekâ ürünü olan nükteleri, müthiş hâfızası, engin hoşgörüsü ve çelebi tavırlarıyla hepimizin gönlünde taht kurmuştu. Rahmetli çayı çok sever, sigarayı ağzından düşürmez, meşrubat olarak Pepsi içerdi. Doktorlarla arası yoktu.

Ya, “Biraz sabırlı olursak doktora lüzum kalmaz” der, ya da “okunmuş hap” dediği ilaçlardan ne bulursa içerdi. ... Hep böbrek taşı düşürür, çok sancı çekerdi... Zaten onun ömrü hep sancı içinde değil miydi? Emine Işınsu’nun “Sancı” romanında anlatılan fikir çilesini ve davâ sancısını en fazla çekenlerin başında o gelmez miydi?

Çok farklı bir bakış açısı vardı ve hadiseleri kendine has üslûbuyla orijinal bir biçimde yorumlardı... Ona göre milliyetçilik “mensûbiyet şuuru” diye tarif edilen ve taviz verilmemesi gereken bir vakardı... Ülkücü çilesi daha lise yıllarında başlamış ve ilk Turan seferine Erzurum Lisesi öğrencisiyken çıkmıştı... “Kürşad’ın kırk çerisinden birisi” olmak için trenle Van’a gitmiş, oradan Ötüken’e yol bulmak için gayret göstermiş, Orta-Asya’ya nasıl gidileceğinin yollarını aramıştı…

Derdini kimselere anlatamasa da, “Van civarında Ötüken ve Orta-Asya diye bir yerleşim yeri yok” denilse de, o Turan denen bu kutlu yola, “bir mehâbetin zirvesine” baş koymuş, “Pars Abi’sine ayıp olmasın” diye Almıla’ya gizli gizli sevdâlanmıştı...

Yüreğinde Türk Dünyası’nın ayrı bir yeri vardı... Hayattaki en büyük mutluluğu Sovyetlerin parçalanması ve Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığına kavuşmasını görmesiydi...Esir Türk illerinin hürriyet mücâdelesini ülküsüne tuğ yapan, “Yaslı yaralı Türklerin” derdine derman olmak, kurtuluşuna ferman bulmak için bir ömür vakfeden Galip Erdem’e -lise yıllarında niyetlenip Van üzerinden gitmek istediği- “Hacc-ı Turan”ı ifâ etmek 50 yıl sonra nasip olmuştu…

Ata yurduyla hasret gidermek ve Türk Dünyası’nın bağımsızlığına kavuştuğunu görmek; bütün ülkücüler gibi Galip Abi’ye de kelimelerin ifâdede yetersiz kalacağı çok büyük bir saadet yaşatmıştı... 24 Kasım 1969 tarihinde kaleme aldığı ve “Bana hayalperest diyorlar... Aptallar... Hayâl kurmasını bilmeyenlerin insan değil, ancak eşşek olabileceklerinden haberleri bile yok” diye biten “Bakü Geceleri” isimli yazısında; Kafkaslardan esen yellerin Turan ufuklarını bir lâle bahçesine çevireceğine, Uluğ Türkistan’ın semâlarında mübârek bayraklarımızı dalgalandıracağına yıllar öncesinden işâret etmişti...

Rahmetli Galip Erdem, sohbet ve konferanslarında vermek istediği mesajları, söylemek istediği meseleleri yumuşak tonda ve tatlı bir üslupla anlatırdı. Sesi görüntüsüne tezat teşkil edecek derecede kalın ve etkileyiciydi. Tavır koymasını çok iyi bilir, hiç kimseden lafını çekmezdi. Tâvizsiz bir davâ adamı ve gerçek bir Türk münevveriydi... O, mevsimlik ideâlist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr, fason dava adamı ve rozeti yüreğinden büyük olan insanlardan değildi. O ismiyle müsemmaydı. O bir Erdem şahikasıydı.

Bir ülkü, bir vefa, bir dava, bir inanç adamıydı. Son yıllarda sıkça söylediği bir sözü vardır ki , yarım yüz yıllık milliyetçilik serencâmımızı bir cümlede özetlemiş; “Türk milliyetçiliğinin temel meselesi Türk milliyetçileridir...” diyerek müthiş bir teşhis ve tespitte bulunmuştu...

Galip Erdem 67 yıllık hayatında; makamı, parayı, şöhreti ve serveti umursamış, şahsî ideâllerin değil, hep millî mefkûrelerin peşinden koşmuş, “günün adamı” olma yerine “tarihin ve milletin hayırla ya’dettiği adam olma” cehtini göstermiş; ömür boyu alnı ak, başı dik ve sevdâsı Hakk olmuş örnek bir Türk milliyetçisiydi…

1959 yılındaki bir makâlesinde kendisini: “Millet gerçeğine inanmış, milliyetçilik ülküsüne yüreğini kaptırmıştı.. Hâlâ o eskisi gibidir, hiç değişmedi...” diye ifâde ediyordu...1961 yılındaki bir başka yazısında ise: “İnsan vardır kendini dünyanın mihveri sanır; insan vardır kendini aşan bir büyük gâyenin vasıtası olduğuna inanır... Ben inananlardanım...” diyordu… Ömür boyu hiç değişmeyen ve her zaman inançlı olan Galip ağabeyimizi vefatının 8. sene-i devriyesinde onu rahmet, minnet, hürmet ve eksilmeyen bir muhabbetle anıyor, hasretle arıyoruz...

Hakk’a yalvardığı “Bayram Duası” yazısında: “…Allah’ım, hırsımızı yenmenin yollarını öğret bize…Sana ve milletimize lâyık insanlar olalım…Önce Hakk’a , sonra da halka hizmet etmesini bilelim… Bize “Büyük Cihad”ın yollarını göster… Nefsimizi yenmenin sırlarını bildir, iyi görünmenin yetmediğini anlat bize, iyi olmanın yollarını öğret...

Allah’ım vefâyı öğret bize, fazîleti öğret, inanmanın büyüklüğünü anlayacak bir idrâk ver bize… Sevmeyi öğret bizlere... ” diyordu... Biz onu hep iyi biliyor, inancına, vefâsına, fazîletine, sevgisine, nefsini yendiğine ülkücüler olarak şahâdet ediyoruz... Son elli yılda çok Alpler, çok Erenler yetişti ama bir tek Dede Korkut’umuz oldu o da Galip Erdem Ağabeyimizdi...

Galip Ağabeyimizin; âbide şahsiyeti, ideâlist zihniyeti,üstün cesâreti, vefâsındaki asâleti, mücâdele azmi, zulme direnişi, fedakârlığı, yiğitliği, “Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmaması”, her zaman Hakk’ın yanında yer alması, dünyevî menfaatler için eğilmememsi, inancından aslâ tâviz vermemesi, ülkücülüğünden en olumsuz şartlarda bile geri adım atmaması bize ve gelecek nesillere örnek olmalıdır/olacaktır…

1984 yılında yayınlanan Mektuplar kitabında “ Allah’ınıza, milletinize, tarihinize hesap verebildikten sonra ötesine hiç aldırmayın” diyen Galip Erdem ağabeyimizin ruhu şâd, mekânı cennet olsun... Allah’ın mağfireti, Peygamber Efendimiz’in şefaati Galip ağabeyimizin üzerine olsun...

O hepimizden alacaklı gitti... Onun hakkını bizler nasıl öderiz? Fatihası ve Yasin’i o çok sevdiği Ülkücüler tarafından hiç ama hiç eksik bırakılmasın... Allah (c.c.) gani gani rahmet eylesin…Mekânı Cennet Olsun… Âmin…

Dr. Mehmet GÜNEŞ
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: Geri: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:41 pm

ÜLKÜCÜ OLABİLMEK ÜLKÜSÜ .....




Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi , ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum:

Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilmek ülküsüdür. Kırılma ve üzülme. “anlayamadım gerçek bir ülkücü değil miyim sanki!” diye de şaşırma.

Bilirsin: Seni çok severim. Bir insanın çok sevdikleri üzerinde çok hakkı vardır. Evet, henüz gerçek bir ülkücü değilsin. Ruhunun zenginliği, yüreğinin büyüklüğü, ülkü yolunda verdiğin mücadeledeki yiğitliğin sonucunu değiştirmez. Gençsin. İnsanoğlu, gençlik çağında, her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de adaydır.....




Hiç unutma: Bugün, tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından ötürü kınadığın ağabeylerin, senin yaşında iken, ülkücülüklerine asla toz kondurmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için, münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir. Sana, kendi neslimin durumunu anlatayım:

Çoğumuz ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor. Dikkat etmelisin: Adaylık kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz, bütün gayretlerimize rağmen, tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır.

Neden böyle oluyor? Sorunun cevabını daha önce de vermiştim: Hayat dediğimiz en büyük düşmana yenilmemiz yüzünden böyle oluyor. Yapımız çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulmayacak bir sevgili uğruna zahmet çekmemize , acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet, özellikle hiçbir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz.

Senden istediğim, gerçek bir ülkücü olmağa çalışmanın, aynı zamanda bir ülkü değeri taşıdığını bilmendir. En büyük düşmanını şimdiden tanımalısın. Hayatın boyunca, ülküsüne ihanet etmen için sayısız tuzaklar kurulacağını daima hatırında tutmalı , yenik düşmemeğe hazırlanmalısın.

Gerçek ülkücülüğü ülkü edinecek, çağımız şartları içinde , adaylığı korumanın bile büyük bir şeref sayılması gerektiğini öğreneceksin. Yenik düşmemenin ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir? Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır. Bu konuyu gelecek sohbetimizde konuşacağız.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Şubat / sayı 17
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: Geri: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:42 pm

MİLLİYETÇİLİK VE ÜLKÜCÜLÜK ....




Kendi varlığımıza duyduğumuz sevgi nefsimize karşı vereceğimiz mücadelede de en çetin engel ve ülkücülüğün en kuvvetli düşmanıdır. Doğru , güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay, ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur.

İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir, fakat ülkücü olamaz. Oysa sen, çok defa, milliyetçilikle ülkücülüğü birbirine karıştırıyorsun. Yazacaklarımı daha iyi anlayabilmen için önce bu yanlış değerlendirmeyi düzeltmem gerekecek:

Tek insandan itibaren gittikçe genişleyen ve insanlık adını verdiğimiz en büyük toplulukla sona eren iç içe daireler düşün. Milletten tek insana doğru gidildikçe dairelerin küçüldüğünü, buna karşılık, milletten insanlığın bütününe doğru gidildikçe dairelerin büyüdüklerini göreceksin. ....




Tek insanla millet arasındaki başlıca daireleri biliyorsun: Aile, akrabalar, hemşehriler, aynı köy (aşiret) ve aynı bölgenin mensupları. Değişik bir açıdan bakarsan zümre, sınıf ve meslek birliklerini de saydıklarımıza katabilirsin. Milleti aşan dairelere gelince: İktisat, siyaset; medeniyet ve inanç açısından çeşitli tasnifler yapılabilir.

İktisat açısından insanları çalışanlar ve çalıştıranlar diye, iki sınıfa ayırabilirsin. Çalışanlardan meydana gelecek bir topluluk milletten daha geniştir. Hür dünya, demirperde ve tarafsız ülkeler adını verdiğimiz siyasi birlikler de milleti aşan dairelerdir. Medeniyet bakımından geçmişte yerleşik, göçebe, bugün de Batı-Doğu ve başka isimlerle tanıdığımız yaşama tarzlarına bağlı topluluklar, tek bir milletten daha büyük birliklerdir.

Nihayet aynı dine inananların meydana getirdiği “ümmet” adını verdiğimiz din birlikleri de milleti aşar. Böyle bir açıdan bakıldığı zaman milliyetçilik, milletin çıkarları ile milleti aşan birliklerin çıkarları çatışınca millet çıkarlarının tercih edilmesi demektir. Tarihi tarafsız bir gözle incelersen, kitaplar ne yazarsa yazsın, bahis konusu tercihin, mutlak çoğunluk tarafından daima uygulandığını göreceksin.

Marksçı-Leninci ideolojinin bütün gayretlerine rağmen hiçbir milletin işçileri, dünya işçilerinin ortak çıkarları uğruna, milletlerine henüz ihanet etmemişlerdir. Siyaset , medeniyet ve inanç birlikleri için de aynı gerçeğin varlığını ispatlayacak yüzlerce misâl verilebilir.

Milliyetçilik insanın yapısına ve çıkarlarına uygundur. Kolay bir yol olması, herkesçe benimsenmesinin tabii sayılması da bu özelliği yüzündendir. Milleti aşan birliklerin çıkarları, milletinin çıkarları ile çeliştiği vakit, birliğine hizmet etmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz, fakat çok şey kaybettirir.

İnsanlıkla millet arasındaki dairelere göre yapılacak bir değerlendirme tek insanın çıkarlarının millet çıkarları ile çelişmediğini ortaya koyacaktır.. Milletinin yükselmesi için çalışan bir insan, aynı zamanda kendini de yükseltir.

Milletten daha küçük dairelerin, nihayet insanın çıkarları ile milletin ortak çıkarları çatışınca durum değişiyor. Ülkücülük; milletimizin maddi ve mânevi çıkarlarını, milletten daha küçük ve bize daha yakın birliklerin, nihayet nefsimizin çıkarlarına üstün tutabilmektir.

Ülkücülük, kendimize, ailemize, şehrimize, bölgemize , sınıfımıza ve mesleğimize fayda sağlasa bile milletimize zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmaktır.

“Milletimizin çıkarlarını, milleti aşan birliklerin çıkarlarına tercih etmek özümüzün ve yakınlarımızın çıkarları ile çelişmez” demiştim. Ama yakınlarımızın ve nefsimizin çıkarları ile milletimizin çıkarları çok zaman çelişir. Bundan ötürü, bir insanın milliyetçi olması tabii bir haldir ve ülkücülükle birleşmediği takdirde fazla bir değer taşımaz. Fakat ülkücülük devamlı bir fedakârlığı emrettiğinden, pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür.

Nefsimizin ve yakınlarımızın çıkarları ile milletimizin çıkarları nasıl ve niçin çelişir? Gelecek sohbetimizde bu konuyu işleyeceğiz.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Mart/ sayı 18
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: Geri: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:43 pm

ÜLKÜCÜLÜĞÜN GÜÇLÜKLERİ ....




Önceki sohbetlerimizde, tam bir ülkücü olabilmeğe çalışmanın güçlüklerini anlatmak istemiştim. İnsanoğlu, zaman içinde gelişen eğitim imkânlarına rağmen, temel yapısı bakımından çok zayıf bir varlıktır. Hayatın vazgeçilemez sandığı hazlarına; diğer bir söyleyişle, “Dünya nimetleri”nin çekiciliğine öylesine kapılmıştır ki;

Büyük hedeflere yönelmiş bir yolculuğu göze alamaz; yüce bir ülküye bağlanmaktan duyacağı heyecanı yeryüzündeki zevk kaynaklarından alamayacağını bilemez; yüreğinin nasıl temizleneceğinden, ölüm korkusunu nasıl bir kolaylıkla yeneceğinden haberi yoktur.

Ülkücülüğe varmanın yalnız bir irade konusu değil, aynı zamanda bir nasip işi sayılması gerektiğini hiç unutmamalısın ama, son nefesini verinceye kadar da , seçkinlerden biri olduğun düşüncesinden hiç ayrılmamalısın. ....




Bütün insanlar gibi senin hayatında da yıldızının parladığı saat çalacaktır. Ömrün boyunca uyanık kalmalı, fırsatı kaçırmamağa bakmalısın.

Ulaşacağımız beden hazlarından her birinin tarifsiz bir yorgunlukla sona ereceğini, en uzun süren ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünenlerin bile, ölümlü dünyadaki misafirliğinle birlikte biteceğini öğrenecek, öz varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin.

Belki yanlış anlaşılacak, belki de budala yerine konacaksın. Yine de , kalabalığın hükümlerine aldırmayacak, ruhunun zenginliğinden fakirlerin payını ayıracak, yiğitliğine yaraşır bir cömertlikle nasiplere acıyacaksın. . Kısa bir deyişle, sevgili dostum, katlandığın fedakârlıkların bedelini hiç kimseye ödetmeyeceksin. Verenlerden kaçacak, almağa muhtaç düşenleri arayacaksın.

Dünya nimetlerinin sunacağı biri diğerinden değişik ve sarhoş edici hazlardan uzaklaşmanın geçici acılarını elbette inkâr edemem. Ama sen de, eğer nasibinde varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine doyamamanın” mânâsını anlayacak, bir başka âlemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince sahici mutluluğa ereceksin.

İşte o vakit, sokakları temizleyen bir çöpçü bile olsan, ülküsüz kalabalıklardan ayrı ve daha üstün olduğunu görecek, alçak gönüllü davranmağa alıştığından, hiç şüphesiz gururlanmayacaksın. İnsan yapısındaki bütün kusurlardan arınmanın imkânsızlığını, hiç hatâ yapmamanın yalnız meleklere tanınmış bir imtiyaz olduğunu aklından çıkarmayacaksın.

Ülkü yolunda harcadığın emeklerin, yüksünmeden çekeceğin zahmetlerin yanlışlarının azalmasına yaradığını görecek, dünyaya gelişinin asıl mânasını kesinlikle anlayamasan bile, mutlaka sezeceksin.

Bana göre, yeryüzünün tanıdığı en büyük şâirlerden biri olduğuna hiç şüphe etmediğim Karacaoğlan’ımız; hani nerede ve ne zaman doğduğu bilinmeyen, hayatını hâlâ öğrenemediğimiz, “okuyup yazması yoktu !” denerek küçümsenmek istenen, Âşık Ömer gibilerinin hor baktığı emsalsiz usta var ya, işte O, bir şiirinin ilk dörtlüğünde şöyle diyor: “Nedendir de kömür gözlüm nedendir,/ Şu benim geceler uyumadığım,/ Çetin derler ayrılığın derdini,/ Ayrılık derdine doyamadığım!”

Ayrılık derdine doyamamanın zevkine varamıyorsan, sakın gücenme, ülkücülük merdiveninin daha ilk basamağındasın. Okuduğunu bir söz oyunundan ibaret sanıyorsan, senin adına çok üzüleceğim. Karacaoğlan’ın şiiri belki yaşayan bir “Kömür gözlü” için yazılmıştır; belki de herkesin açıklayamayacağı bir sırrın anahtarıdır, yüce bir varlığa sesleniştir. Öyle veya böyle, sonuç değişmez. Ayrılık derdinin doyulmaz tadını yüreğinde taşıyacak, yaşadığın müddetçe, hiç ara vermeden, peşinde koşacaksın.

Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacaktır. Yine de , yalnız O’na doğru yürüyeceksin. Belki hiç varamayacaksın ama, kavuşmak için çalışacaksın, yorulacaksın, dövüşeceksin, hattâ öleceksin.

Karıncanın hikâyesini dinledin mi, okudun mu? Kocaman bir dağı, minicik toprak kırıntılarını taşıyarak, ortadan kaldırmağa çalışırmış! Yolcunun biri, şaşkınlıkla sormuş: “Karınca kardeş, ne yapıyorsun?” öteki işini bırakmadan cevap vermiş: “Şu dağın ardında bir sevgilim var.

Kavuşmamız için aramızdaki engeli yıkmamız gerekiyor da!” yolcu: “Sen aklını mı kaçırdın?” demiş. “Yüce bir dağı nasıl kaldırırsın, gücün ne, ömrün ne? Vazgeç bu işten!” karıncanın cevabını hiç unutma, duymamış ülkücü arkadaşların varsa, anlat: “Ey insanoğlu, belki de haklısın. Dağı ovaya indiremem, sevgilimi göremem belki, ama yolunda ölmesini bilirim ya , sen ona bak!..”

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Nisan/ sayı 19
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: Geri: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:44 pm

ATALARIMIZIN ÜLKÜCÜLÜĞÜ .....




Ülkücüler, bilinen tarihin, hiçbir döneminde, sayıca çok olmamışlardır. İnsanoğlunun zayıflığı böyle bir sonuca imkân vermemiştir. Yine de bir cemiyetteki ülkücü sayısının milletlere ve zamana göre değiştiği gerçeğini inkâr edemeyiz.

Bazı milletler, tarihleri boyunca ülkücü çıkaramamış ve belli bir ülküye bağlanmanın yüceliğini yaşayamamışlardır. Diğer taraftan bazı milletler de, sık sık büyük ülkücüler yetiştirmiş; yeryüzünün çehresine yenilik getirmişlerdir.

Türk milleti, örnek ülkücüler yetiştiren ve tarihinin büyük bir bölümünde ülkücülüğe bağlanan bir millettir. Milletimiz , birkaç yüz yıl öncesine kadar “Cihan hakimiyeti ülküsüne” inanmıştı. Cihan hakimiyeti ülküsünün ilk belirtilerini en eski destanlarımızda bile görmekteyiz. ...




Oğuzname, bu destanların en önemlisidir. Destana göre ilk cihan hakimiyeti OĞUZ KAĞAN tarafından kurulmuştur. Cihan hakimiyetini hedef alan Oğuz Kağan: İlâhi bir kaynaktan gelmiş, olağanüstü vasıflara sahip olarak doğmuştu.

Çin, Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Rum, Rus ve Frenk ülkelerini fethetmiştir. Ancak OĞUZ KAĞAN’ın yaptıkları kendine göre şöhret ve çıkar sağlamak için değil, belki bir vazifeyi yerine getirmek, cihan hakimiyeti ülküsünü gerçekleştirmek içindir.

Nitekim yeryüzünün dörtbir tarafındaki bütün milletlere elçiler göndermiş “BEN ARTIK DÜNYANIN KAĞANIYIM” diyerek hepsini itaata çağırmıştır. Böyle davranmasının sebebi vardı: Kağan’ın çok akıllı ve keramet sahibi veziri Uluğ-Türk, cihan hakimiyetinin ulu Tanrı tarafından OĞUZ HAN’a verileceğini müjdelemiş; “Ey kağanım, Gök Tanrı, bütün dünyayı sana bağışlasın” demiştir.

Oğuz Kağan, hakimiyetini kabul etmeyen milletler üzerine seferler açtı, dünyayı fethetti. Bugün, birtakım cahillerin, aptalların ve millet düşmanlarının köpekçe saldırdıkları BOZKURT’un da Oğuz Kağan destanında yüce bir yeri olduğunu bilmelisin. Gökten inan bir Bozkurt; “Ey Oğuz, sen urum (Rum) üzerine gitmek istiyorsun; ben senin önünde yürüyeceğim” der.

Oğuz, kurdu takiple sefere çıkar; Urum ve Urus (Rus) hükümdarlarını yener, Çin, Hind, Suriye ve Mısır ülkelerine fetheder. “Ben sizlere oldum kağan/ Aldım yay ile kalkan/ Nişan olsun bize beyan/ Bozkurt olsun bize uran.”

Prof.Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi adındaki eserinde şöyle yazıyor: “Selçuklularla birlikte yakın şarka ve Anadolu’ya gelen Oğuzlar, destanla birlikte Bozkurt hikâyelerini de getirmişlerdir.

Nitekim XII asır Süryanı tarihçisi Mihael’e göre: (Yeryüzü Türkleri taşımağa kâfi gelmiyordu. Garba doğru ilerlerken önlerinde köpeğe benzer bir hayvan -kurt- bulunuyor ve onlar da ona yetişemiyorlardı.

Bozkurt hareket etmek istediği zaman “Göç” yani “kalkınız” diye bağırıyor, Türkler de durduğu yere kadar onu takip ediyor ve orada çadırlarını kuruyorlardı. Uzun zaman rehberlik eden kurt nihayet kaybolunca, Türkler de artık geldikleri yerlerde oturup kaldılar.)…

Çin kaynakları, Gök-Türkler’i Kunlar’ın (Hunlar), torunu gösterir. Tatarlar’ın (Cücen veya Avar) hücumuna uğrayan asil bir Hun çocuğu Bozkurt tarafından kurtarılmış Göktürkler’de onunla kurdun nesli olarak türemişlerdir. Burada tarih ve destan birbirine karışmış; Göktürkler’in bayraklarında kurt başı bulunmuştur. Esasen Türk efsane ve an’anelerinde mühim bir mevkii olan kurt hikâyeleri Hunlar’a kadar çıkar.

Bu sebepledir ki, kurt Türkler’e at gibi uğurlu ve hatta mübarek sayılmış; Kaşgarlı Mahmut ve Dede Korkut kitabının kaydettiği üzere bu telâkki İslâm devrine kadar gelmiştir.” (Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, s.76-78).

Destanlar, milletlerin yaşayış, düşünüş ve inanışlarını gösterir; ruhlardaki ülkü ve hedeflerin işaretini verirler. Oğuzname’de ve milletimizin diğer bütün destanlarında atalarının ülkücülüğünü göreceksin.

Yalnız destanlar mı? Hayır! Tarihinin her çağında ülkücü ataların yaşamış , insanlığa yön vermişlerdir.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Mayıs/ sayı 20
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: Geri: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:45 pm

DÜNDAR TAŞER'İN ÜLKÜCÜLÜĞÜ .......




Rahmetli Dündar Taşer ağabeyimiz, yalnız şuurlu bir milliyetçi değil, aynı zamanda çağımız Türkiye’sinin en seçkin ülkücülerinden biri idi. Kaybından duyduğumuz acıyı aslâ unutamadığımız ve arkasında bıraktığı boşluğa gittikçe büyüyen bir hüzünle baktığımız Taşer, hiş şüphe yok ki, yaşamanın mânâsını tanıdığı günden itibaren milliyetçiliğin en yüksek bir fikir ve memleketimiz için biricik kurtuluş yolu olduğuna inanmıştı.

Ama mesleğinin özelliklerinden ötürü, Türk milliyetçilerinin fikir ve siyaset sahasındaki çalışmalarına ancak l960 yıllarından sonra katıldı. Böyle olmasına rağmen, çok kısa bir süre içinde en ön saflara geçmesinin, nice şöhretleri geride bırakarak o kadar sevilen ve sayılan bir “ağabey” durumuna gelmesinin bize göre asıl kaynağı, en ufak bir dünya hesabının hiçbir zaman lekelemediği ülkücülüğüdür......




Ülkücülüğün başlıca şartı, kendisi için hiçbirşey istememek, ama millet dostlarına ve ülkü ortaklarına sahip olduklarının hepsini hiç düşünmeden vermektir. Rahmetli Taşer, hiç isteyiciliğin küçüklüğüne düşmemiş, mütemadiyen vermiş, hep öyle yaşamıştır.

Zekâsının ışıklı zenginliğini, gönlünün tükenmez sevgisini, muhteşem tarihimizden alınan emsalsiz derslerle beslenmiş engin bilgisini cömertçe dağıtmanın hazzını tatmıştı. Büyük hedeflere yönelmenin seçkin kişiler elinde gerçekleşeceğini, yüce bir ülküye inananların birbirini sevmesi, sayması ve küçüklerin büyükleri dinlemesi şartını hiç unutmamış, herkese öğretmeğe çalışmıştır.

Gereksiz lâf ebeliklerinden, haklılık üstüne uzun nutuklar çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. her birini öz yavrusu gibi sevdiği ve esirgediği gençlere: “Belki yanlış düşünüyorum. Ama, madem ki ben istiyorum, böyle yapacaksınız!..” dediğini çok duymuşumdur. Gayesi elbette ders vermekti; Türk töresine göre son kararın nasıl alınacağını öğretmekti. Nitekim kendisi, “Alparslan Türkeş’in yanlışı, benim doğrumdan üstündür!...” diyebilecek bir faziletin temsilciliğini yapmıştır.

Rahmetli Dündar Ağabeyimiz, milletine ve ülküsüne zarar vereceğinden şüphelendiği hiçbir işe başlamadı; ama yaptığı her işin doğru olduğunu da hiçbir zaman öne sürmedi. 27 Mayıs’la ilgili bir hâtırasını, daha doğrusu hiç unutamadığı bir hayâl kırıklığını birkaç defa dinledim; “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adındaki değerli eserin sahibi Z.N. dostumuz da kitabına almış. Siyaset dünyasındaki ilk uyanışını şöyle anlatmıştır :

“l960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telâkkide idim. Herhalde iyi bir Anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın. Çünkü, bizim münevverimizin umumi kanaati budur.

Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz zannı, hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, l960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez; “Aç olduklarını söylediler” Biz de açtık. Ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik. Yediler. Hattâ o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar!” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi.

Onlara karşı böyle bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa an’anelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ülemaya hürmeti gibi idi. Türkiye’de çok şey değişmişti ama, değişmeyen böyle şeyler de vardı. Yemeklerini yedikten sonra “Bize bir Anayasa yapın” teklifinde bulunduk. Onlar: “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” diye sordular. İşte bu sual beni intihaba getirici cümle oldu. “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” Allah Allah benim istediğim gibi mi Anayasa olacak? Öyleyse size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı.

O zamanın hukukçuları ve uleması “Kanun senin istediğindir!” dememişlerdi. Aksine, “Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin selâhiyetin dahilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifendir. Şuna ise hakkın ve selâhiyetin yoktur!” demişlerdi.

“Devleti hukuka tâbi, hukukla mukayyed’in, sonları arzularıyla değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı” gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım. Sonra, “Efendim, Guatemala Anayasası yok; efendim, Kostarika Anayasası elimizde değil; efendim Uruguay’ınki de mevcut değil (!)” dediler.

Suallerine bir de “Şimdiye kadar ne ile meşguldünüz? Madem ki meşgul değildiniz , ne için ve neye göre Anayasa tadili ve tebdili istediniz? Neden çarşaf gibi beyanatlar verdiniz? Niye ümitleri bu noktaya bağladınız?” istihfamı eklendi.

İtiraf edilen hatâ, gösterilen büyüklüğün yanında nasıl da cüce kalıyor! İşte bir “Türkmen Ağası” nın mert seciyesi ve işte sahici ÜLKÜCÜLÜK.

Nûr içinde yatsın.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Haziran/ sayı 21
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Empty
MesajKonu: Geri: RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM   RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM Icon_minitimePtsi Ocak 25, 2010 9:46 pm

HUNLARIN ÜLKÜCÜLÜĞÜ .....




Türk milletinin tarih sahnesine ne zaman çıktığını tam bir kesinlikle hâlâ bilmiyoruz. Yine de , en azından, 5 bin yıllık bir geçmişe sahip bulunduğumuza şüphe yoktur.

Fakat şimdiki bilgilerimize göre, millet haline gelmemizi ve ilk büyük Türk imparatorluğunun kurulmasını sağlamak şerefi bütün zamanların en tanınmış cihangirlerinden biri sayılan Mete Han’a aittir.

Kaynaklardan pek çoğu destanlarımızdaki Oğuz Han’la Mete Han’ın aynı kimse olduğu konusunda birleşiyorlar. Büyük Hun İmparatorluğunun asıl özelliği Türk ülküsünü ilk defa gerçekleştirmesi, diğer bir söyleyişle, bütün Türk boylarını tek bir bayrak altında toplamayı başarmasıdır. .....




Hunların ülkücülüğünü Mete Han’ın davranışları temsil ediyor. Zamanımıza kadar ulaşan iki rivayet, ülkü yolunda katlanılması gereken fedakârlıkları anlatması bakımından son derece önemlidir. Rivayetlerden biri, güçsüz ve hazırlıksız olduğu bir dönemde, Mete Han’ın zaman kazanmak için en çok sevdiklerini gözden çıkarmasına dairdir.

Çinliler, Hunları erken bir savaşa kışkırtmanın faydalarını düşünerek, Mete Han’a bir elçi gönderir ve atını isterler. Han, kurultayı toplar, görüşme açılır. Beylerin hepsi bir Türk hanından atını istemenin hakaret mânasına geldiğini, savaşmanın daha yerinde bir karşılık olacağını öne sürerler.

Ama Mete Han, kendisine ait bir şey için milleti savaşa sokamayacağını bildirir ve sevgili atını Çin İmparatoruna yollar. Bir müddet sonra, Çin’den yeni bir elçi gelir. Mete Han’ın eşini ister, verilmezse savaş açacaklarını bildirir. Kurultay bir daha toplanır, bütün beyler, sonsuz bir öfke içinde, derhal savaş kararı alınması gerektiğini söylerler. Mete Han yine karşı çıkar; eşini Çin İmparatoruna yollar.

Nihayet Çin’den üçüncü bir elçi gelir, Hun Ülkesinin hiçbir işe yaramaz, çorak bir parçasını ister. Kurultay toplanır. Beylerin kararı kesindir. Han’ın atı ve eşi verildikten sonra, işe yaramaz bir toprak parçası uğruna savaşa girilemiyeceğini öne sürerler. Fakat Mete Han şöyle der: “Atımı istediler verdim.

Çünkü o benimdi. Eşimi istediler verdim, o da benimdi. Ama yurdumun bir karış toprağını asla veremem. Çünkü o benim değil, milletimindir. Hazırlanın, savaşacağız”.

İkinci rivayeti de hatırlayacaksın. Mete Han, çerilerini eğitirken, her birinin karşısına en çok sevdiği kimseyi diker, oklamalarını istermiş! Senin için önemli olan rivayetlerin doğruluğu veya yanlışlığı değil, verdikleri derstir. 2200 yıl önce yaşamış ataların, ülkücülüğün güçlüklerini, hedefe varmak isteyenlerin ne büyük fedakârlıklara katlanması gerektiğini anlatıyorlar.

Ülkünü kendine ait bütün değerlerden yüce tutacak, en çok sevdiklerini bile fedâ edeceksin. Sana ait olan her şeyi verecek, ama vatanının bir karış toprağı uğrunda ölmeyi bileceksin. Mete Han, büyük bir ülkücü olmasaydı ilk Türk birliğini kuramaz, çağının en kalabalık ve kuvvetli devleti olan Çin İmparatorluğunu korkudan titretemezdi.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Temmuz/ sayı 22
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Galip ERDEM'den ülkücünün çilesi.........................

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
BOZKURTLAR OTAĞI :: MAKALELER :: ÜLKÜCÜ KALEMİ-
Buraya geçin: