BOZKURTLAR OTAĞI
BOZKURTLARIN OTAĞINA HOŞGELDİNİZ.

ÜYE ADI OLARAK TÜRKÇE İSİMLER KULLANINIZ.
AKSİ DURUMDA ÜYELİĞİNİZ KABUL EDİLMEYECEKTİR.

ÜYELİĞİNİZİN HEMEN AKTİF OLMASI İÇİN MAİL ADRESİNİZE GELEN ÜYELİK AKTİVASYON LİNKİNE TIKLAYINIZ.

BOZKURTLAR OTAĞI
BOZKURTLARIN OTAĞINA HOŞGELDİNİZ.

ÜYE ADI OLARAK TÜRKÇE İSİMLER KULLANINIZ.
AKSİ DURUMDA ÜYELİĞİNİZ KABUL EDİLMEYECEKTİR.

ÜYELİĞİNİZİN HEMEN AKTİF OLMASI İÇİN MAİL ADRESİNİZE GELEN ÜYELİK AKTİVASYON LİNKİNE TIKLAYINIZ.

BOZKURTLAR OTAĞI
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


ÜLKÜCÜ HAREKET ENGELLENEMEZ
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Sayfayı FaceBook'ta Paylaş

 

 Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
alpurungu26
KAĞAN
KAĞAN
alpurungu26



Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi Empty
MesajKonu: Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi   Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi Icon_minitimeSalı Ocak 26, 2010 9:46 pm


Kadın ve kadının toplumda sosyo-kültürel konumunun belirlenmesi adına yapılan tanım ve tartışmalar şüphesiz insanlık tarihi kadar eskidir. Bu kadar geçmişi olan üzerinde birçok tartışmaların yapıldığı kadın meselesi üzerine her toplum kendi kültürü doğrultusunda bir yorum getirmiştir. Kadın sorununun binlerce yıldır tartışılmasına rağmen, bütün beşerîyet tarafından benimsenen bir çözüm bulunamamış, günümüze kadar bu konu sosyal bir problem olmaya devam etmiştir. Aslında kadının binlerce yıllık serüvenini günümüz toplumunun bilgi dağarcığına sunmayı mümkün hale getiren tarih ilmi, üzerinde tarafsız ve doğru tespitler yapıldığında bize bu sorunun cevabını sosyal gelişmelerdeki hadiseler ve sonuçlarıyla yanıtlamayı mümkün kılmaktadır.
Tarihin her döneminde insanlık, yaşadığı dünyayı, kendini, çevresini, diğer toplumları tanıma ve daha iyi şartlar altında yaşama adına sürekli çaba göstermiş, bunun sonucunda medeniyetler oluşturmuş gereğinde kendi medeniyetini korumak için çatışma içerisine girmiş, çevresiyle irtibata geçtiği her türlü ilişki süreci ise kendi sosyal ve kültürel değişimine ve gelişimine yol açmıştır. Bu çerçeveden bakıldığında insanlık tarihinde devamlı tekâmülden bahsetmek yanlış olur. Medeniyetin birden fazla şubesi vardır ve her şubesinde ileri olan bir medeniyet zamanın başat gücü haline gelir. Fakat zamanın teknik imkânları ölçüsünde hiç de küçümsenmeyecek uygarlığa sahip olan nice medeniyetler sosyo-kültürel yapıdaki gedikler nedeniyle uzun soluklu olamamış, yükselişi de çöküşü gibi hızlı olmuştur. Böyle birçok mâmûr medeniyet, diğerleri tarafından kolaylıkla tahrip edilebilmiştir.
Her kültürün kendi bünyesinin farklılığı göz önüne alınacak olursa, her toplum için kavramların birbirinden farklı olması tabiîdir ve bu toplumları inceleyenlerin de toplumlar için farklı değer ve kavramların farkında olmaları gerekir. Sosyal değerlerdeki farklılık gibi her tarihî süreçte ve toplumda, kadına bakış da farklı olmuş, aynı zaman dilimi içinde birbirinden çok farklı davranış ve temayül çeşitleri gözlemlemek mümkün olabilmiştir.
İnsanlık devamlı daha iyi ve mükemmele doğru bir temayül içerisinde olmasına rağmen, zaman içerisindeki tarihî süreçler, bu mükemmelliği doğurmamış, bir nevi iniş ve çıkışlardan ibaret olan toplum hayatı bu ideal çizgiyi her zaman yakalayamamıştır. Tarihte toplumsal kavramlar ve toplumun her bir soruna karşı getirdiği çözüm önerileri hep tartışılmış, tarih bize, zamanın ilerlemesinin medeniyetin ilerlemesi ve toplumların kalkınması demek olmadığını göstermiştir. Bu yüzden kadın konusunu incelerken “zaman” merkez alınarak yapılacak değerlendirmeler bize yanlış sonuçlar verebilmektedir. Bu gerçek ise geçmişte kadın ne anlam ifade etmekteydi, kadına bakış nasıldı, kadının toplum içerisindeki statüsü ne olmuştur gibi soruların doğru cevaplarını bularak alınan sonuçlar neticesinde günün ve hatta geleceğin dünyasında kadının konumunun ne olduğu ne olacağı ile ilgili yorumunun yapılmasını bir zarûret haline getirmektedir. Çünkü kadın, toplumu şekillendirmekle, toplumların geleceğini de etkilemektedir.
Gelişmişliğin ölçümü için en kolay sonuç alınabilecek, ayrıca en önemli veri kaynağı kadın ve kadının toplum içerisindeki konumudur. Geçmişte ve günümüzde kurulan medeniyetler çoğu şubelerinde mâmûr olurlarsa olsunlar, kadının söz sahibi olmadığı toplumlar aslında cahil bırakılmışlardır ve gelecek vaat etmemektedirler. Bu durumda hem cahil bırakılmış hem de cahil bırakan bir kadın modeli karşımıza çıkmaktadır. Cahil bırakılmıştır çünkü kadın kendisinin neyi ifade ettiğini, kimliğinin ne olduğunu, toplumdaki hak ve hukukunun ne olduğunu bilmez. Yaşamlarını çoğu zaman tabu haline getirilen gelenek ve göreneklerin çerçevesinde çizerek, kendisine öğretileni sorgusuz doğru zanneder, bu inancını “kültür taşıyıcısı” olduğundan geleceğe öyle aktarır. Artık kadın, toplumun değer ve yargılarının mikro bir prototipidir ve kadın-erkek gelecek nesle cehalet taşır.
Tarih boyunca kadını görüp yorumlayabileceğimiz birçok kaynak günümüzde mevcuttur. Geçmişte kadının kimliğinin sorgulanması bugünkü kadının değerlendirilmesi açısından da bir değer ittihaz etmektedir. Bu yüzden Eskiçağ uygarlıklarından günümüze kadar uzanan kadın kavramına tarihî süreçte tahlil etmekte fayda vardır.
Eski Medeniyetlerde Kadın
Tarih boyunca çeşitli toplumlarda kadının farklı statülerde bulunduğu, anaerkil aile yapısının geçerli olduğu bazı ilkel topluluklarda kutsallaştırıldığı, bazılarında ise erkeklerle eşit statü ve haklara sahip bulunduğu, ataerkil topluluklarda çoğunlukla erkeğe göre ikinci derecede bir statü taşıdığı ve hatta bazı kültürlerde hemen hemen hiçbir hak ve değere sahip olmadığı genel bir tespit olarak söylenebilir. Başlangıçta ana soyunun hâkim olduğu anaerkil aile tipinin mevcudiyetini savunanlara göre insan hayatının kaynağı olması, doğurganlığı ve verimliliği sebebiyle kadın ilâhlaştırılmış, tabiatla olan benzerliği sebebiyle tabiatın sembolü sayılarak verimlilik ilâhesi olarak tasvir edilmiş, böylece bereket tanrıçası veya ana tanrıça kültü oluşmuş, neticede Kybele, Artemis, Demeter, Astarte, Isis, Afrodit veya Venüs adlarıyla kişileştirilerek tapınma konusu olmuştur .
Bereket ve verimlilik sembolü olan ana tanrıça kültü Eski Anadolu’da yaygındı. Hitit sonrası Frigler, Anadolu’nun en eski kültü olan “ana tanrıça”yı benimsemiş, Geç Hitit döneminin baş tanrıçası Kubala, Frig döneminde Kybele’ye dönüşmüştür. Yunan döneminde Kybele’nin yanı sıra Artemis gibi bazı Yunan tanrıçaları da ana tanrıçanın nitelikleriyle donanmış, Roma döneminde Kybele ve kültü Roma’ya ihraç edilmiştir .
Anadolu’nun gerek Asur koloni çağında gerek Hitit döneminde kadını Ön Asya’daki hemcinslerinden daha iyi durumda idi. Ticarî hayatta aktif rol alan kadın medenî hukuk kuralları açısından erkeğe eşitti. Aile monogami esasına göre kurulmuştu. İkinci eş ancak çocuk oluncaya kadar geçici bir süre için söz konusuydu. Evlenme ve boşanma resmî sözleşme ile yapılıyor ve kadına evliliği bozma ve boşanma hakkı tanınıyordu. Boşanma halinde sahip olunan mal taraflar arasında eşit olarak bölünüyordu. Hitit yasalarında kral ve kraliçe eşitti. Kadeş Antlaşması’nda Hitit kralının yanında kraliçenin de mührü bulunmaktadır. Hitit din ve kült çevresinde kadınların çok yaygın işlevleri vardır. Bazı halk bayramlarında devleti yalnız başına kraliçe temsil etmektedir. Kadınların çeşitli unvanlarla tapınak hizmetlerinde bulundukları, Hitit dininde rahibelerin ve kadın memurların büyük rol oynadıkları bilinmektedir .
Eski Hint, Çin, Moğol ve Arap toplumlarında babanın otoritesine dayalı "pederşahî" aile sistemi ve çok evlilik (poli¬gami) hâkimdi. Ailenin mirası ve yönetimi daima babadan oğula geçer, kız çocuklarına herhangi bir söz hakkı verilmezdi. Kadın zengin ve seçkin bir aileden değilse saygı görmez, bir ticarî meta gibi değerlendirilirdi. O, ancak erkeğin malı olarak bir de¬ğer ifade ederdi. Hatta kadın, Hindistan'da XIX. yüzyıla kadar ölen eşinin arkasından yakılmaktaydı . Hindu şeriatında kadına bakışı şu söz özetlemektedir: “Acıya sabır, rüzgâr, ölüm, ateş, zehir, haşarat ve Cehennem kadından daha kötü değildir.” Kadın, tanrıların memnun olması veya yağmurun yağdırılması gibi sebeplerle kurban edilirdi. Miras ve evlenme hususunda hiçbir hakka sahip değildi .
Eski Araplar’da da kız ço¬cukları yüz karası olarak görülür, diri diri toprağa gömü¬lürdü. Babil'de meşhur Hammurabi kanunları, kadının toplumdaki yerini belirleyen hükümler taşıyordu. Buna göre, tek evlilik (mo¬nogami) esastı; fakat zaman zaman çok evliliğe de rastlanı¬yordu. Erkek, ancak namusunu korumadığı takdirde eşini boşayabilirdi. Kadın da, eşinden haksızlık gördüğü takdirde onu terk etme hakkına sahipti. Eski Roma, Yunan ve Sparta gibi topluluklarda da peder¬şahî bir aile düzeni vardı; fakat çok evlilik yasaktı. Bununla birlikte, kadın ticareti söz konusu idi. Kadınların yönetimde herhangi bir fonksiyonu yoktu .
Eski Yunanlılarda kadın insan üzerinde bir yük olarak algılandığı gibi
toplumda ise kadın hizmetçi olarak evde hizmet etmek amacıyla kullanılan bir nevi köle gibi değerlendiriliyordu. Kadın mahiyeti itibariyle temiz olamayan varlık olarak kabul görmekte bu sebeple de şeytanî varlıklar arasında değerlendirilmekteydi. Hukukî açıdan hiçbir hakkı olmadığı gibi; eşya gibi alınıp satılabilen bir meta hüviyetine sokulmak istenmişti. Kadının hürriyeti olmadığı gibi, medenî haklardan da yoksundu. Miras hakkı da olmayan kadının kendi kararıyla malını harcama yetkisi bulunmamaktaydı. Kadının üzerindeki tüm hak ve tasarruf ait olduğu erkeğe aitti. Bu yüzden hayatı ile ilgili karar verme, evlenme ve boşanma gibi hakları bulunmamaktaydı. Babanın kendi kız ve erkek çocuklarını ailesine kabul etme mecburiyeti yoktu. Çocuk doğumdan sonra, babasının ayakları önüne bırakılır, baba eğer onu kucağına alırsa çocuğu kabul etmiş sayılırdı. Kaldırmazsa onu kabul etmediği anlamına gelirdi. Çocuk erkek ise isteyen onu alıp götürürdü, kız ise açlık ve susuzluktan ölüp giderdi. Aile reisi çocuklarından dilediğini satar, istediğini aileden ihraç ederdi. Koca isterse karısını öldürebilirdi. Boşanma sistemi 520 yılına kadar bilinmiyordu. Kadınlar vatandaş değildi. Apollon, kadını sadece erkeğin emanetini taşıyan ve başka hiçbir fonksiyonu bulunmayan bir varlık olarak görür .
Öyle ki Aristo, Isparta ahalisini, kadınlara verdikleri haklar dolayısıyla gerici ve aşağılık olmakla suçlar. Ispartalılar ise savaşçı bir toplumdur ve kadın hakları konusunda Atinalıların tam aksini düşünmektedirler. Savaşa gittiklerinde ticarî işlerini, kendi yerlerine bakmaları için kadınlara devrederler. Sitede olmadıkları zaman tasarruf kadınlara bırakılır. Ayrıca Yunan medeniyetinin zirvede olduğu dönemde, kadın-erkek arasında hiçbir mahremiyetin bulunmaması, iki cinsin fazla iç içe olması ensesti yaygın hale getirmiştir. “Odipus” ya da “Elektra” kompleksi, bu sürecin bir ürünüdür. Bu da literatürde efsane haline gelmiş ve daha sonra birçok bilimsel verinin, özellikle Freudyen görüşün kaynağını oluşturmuştur. Neticede Yunan medeniyetinin benimsediği bu hayat tarzı, onları çözülüp yok olmaya götürmüştür .
Günümüzde hâlâ söylemleriyle modern dünyayı etkileyen Eflatun’a göre kadın; elden ele orta malı olarak gezen bir meta; Aristo’ya göre ise, yaratılışta yarı kalmış bir erkek kimliğine sahip idi. Aristo’nun kadına sosyal rol verilmesine karşı çıkan ve “kadınların halk meclislerine alınmaması” gerektiği yönünde görüşleri vardır .
Yunan mitolojisinde kadın topraktan ve sudan yaratılmıştır ve ismi "Pandora"dır. Kadın, kötülüklerin kapalı olduğu kapağı açmış ve bütün musibet ve felâketleri dünyaya yaymıştır. Bu yüzden insanın başına gelen tüm bela ve felâketlerin sebebi yüzyıllarca kadın olarak görülmüştür .
Eski Hind medeniyetinde kadın köle statüsünde olduğundan kocası öldüğü zaman kadının hayat hakkı yoktu ve kocasının öldüğü günde kadın da öldürülürdü. Hind medeniyetinde kadın 17. yüzyıla kadar kocasının cesediyle beraber yakılırdı. Çok tanrılı dinin benimsendiği Hind medeniyetinde kadın, tanrıların hoşnut edilmesi için kurban edilirdi. Hind hukukuna göre felâket, tayfun, ölüm, cehennem, zehir, ejderha, ateş hiç bir zaman kadından daha kötü değildi. Buda: “Eğer kadınları dinime kabul etmeseydim Budizm çok uzun zaman temiz bir şekilde devam ederdi. Bugün artık bu dinin uzun zaman yaşayacağını zannetmiyorum. Zira bu dine kadın girmiştir." diyerek kendi kültüründe kadına bakışı çok açık bir şekilde ifade etmiştir .
Eski Mısır medeniyetinde, Firavunlar devrinde kız kardeşlerle evlenilirdi. Firavunlar tahtlarını başkalarıyla paylaşmamak için çoğu kez kız kardeşleriyle evlenmişler. Mısır halkı da Firavunlar gibi yapmıştır. Bâbil'de kadın evcil hayvanlar mesabesindedir. Biri bir adamın kızını öldürdüğü zaman o da kızını diğerine teslim ederdi. Teslim alan kişi kendi malı gibi kullanır isterse öldürürdü.
Eski İran'da Mecusilerin devrinde kız kardeş ve anne gibi kan yakınlığının bir saygınlığı yoktu. Onlar kız kardeşleriyle evlenir ve bunu da teşvik ederlerdi.
Eski Rusya’da erkek ve kadına farklı hukukî muamele yapılırdı. Fuhuş yapan, zina eden kadına çok ağır ceza verilirdi. Erkeklere böyle cezalar verilmezdi.
Eski Çin'de kadın insan değildir. Kadınlara isim verilmezdi, numara konulur, iki üç diye seslenilirdi. Kız çocukları uğursuzluk sebebi idi.
Cahiliye Devri isminden de anlaşılacağı üzere; cehalet, karanlık ve zulüm devridir. İnsan yaşamının bir hiç olduğu, yoksulların, mazlumların insan sayılmadığı, kız çocuklarının diri kuma gömüldüğü, buna karşılık küçük bir kesimin safahat içerisinde yaşadığı Arap toplumunda elbette ki kadın en çok düşürülmüş konumdaydı. Cahiliye toplumunda kadın bütün yönleriyle dışlanmış, horlanmış ve adeta köle ''hayvan'' olarak kullanılmıştır. Kadının dışlanmışlığı öyle noktaya varmıştır ki doğan çocuğun kız olması büyük bir utanç olarak algılanıyor ve yeni doğan kız çocukları diri diri gömülerek bu utançtan kurtulma yolları aranıyordu.
Kadın tümüyle erkeğin malı sayılıyor ve bir ticaret eşyası gibi istediği biçimde kullanılıyordu. Borca karşılık kadını vermek veya almak, gerektiğinde güç gösterisi için döverek ya da başka bir şekilde öldürme vb. gibi durumlar o dönemde yaşanan olağan olaylardır. Ayrıca kadın mülkiyet ya da mirastan pay alma gibi iktisadî konularda hiçbir hak, hukuk ve hürriyete sahip değildi. Kısacası Cahiliye toplumunda hiçbir söz hakkına sahip olmayan kadın, kölenin kölesi gibi bir durumdaydı. Böylesi bir toplumsal çürümüşlük içerisinde bulunan Arap toplumu ve yanı başında diğer halklar, Roma'da İran'da ve diğer bölgelerde imparatorluk kurmuş olmasına rağmen çok geride kalmış, klan kabile örgütlenmesini aşamamıştı. Kabileler arasındaki ilişkiler tamamen çıkara ve çatışmaya dayalı ilişkilerdi. Böylesi toplumsal parçalanmışlık içerisinde hiçleşen kadın bazen de canavarlaştırılıyordu. Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Ebu Süfyan'ın eşi Hind bu tanım için tipik örneği teşkil etmektedir. Cahiliye döneminde kadın, bütün insanî ve doğal haklardan mahrum bırakılmıştır. Kısaca Cahiliye, kadının tamamen karanlıkta yaşadığı, el yordamı ile yürüdüğü, fitne fesadın kol gezdiği çirkin bir devirdir.
Eski Türk Toplumunda Kadın
Eski Türk toplumlarında kadına bakışın çağdaşı diğer toplumlara göre çok farklı olması dikkatten kaçırılmaması gereken bir durumdur. Batı toplumlarında kadının insan olup olmadığı yüzyıllardır tartışılmasına, Ortaçağ’da kadın sakınılması gereken, şeytanın aldatmasına açık, şeytanla işbirliği içerisinde tehlikeli bir varlık olarak görülmesine rağmen kadın, Türk toplumlarında çok daha farklı bir pozisyondadır.
Ön Asya ve Anadolu'daki Türk tarihi, yoğun kültür değişmelerinin de yaşandığı bir dönemi ifade eder. Türk “bozkır kültürü” yüksek teşkilâtçılık, sevk ve idare kabiliyeti yanında yaygınlık vasfı da taşımakla birlikte, konar-göçer bir medeniyeti ihtiva etmekte idi. Hem dünya tarihi hem de Türk tarihi bakımından dönüm noktası olan, Türklerin İslâmiyet’i kabulü ile yeni bir medeniyet dairesine girmeleri Türk kültüründe köklü değişmelerin yaşanmasına sebep olmuştur. Yeni medeniyet içinde kültürümüzün bilhassa inanç, tavır ve tutumlarda değişmeye uğradığı tespit edilebilir. İnanç, tavır ve tutumlardaki değişme, ahlâktan edebiyat, sanat, mimarî ve sosyal yapı unsurlarına kadar her sahada bir dizi değişmeyi beraberinde getirmiştir. Bu yeni terkiple birlikte Türk kültürü her müstakil kültür gibi 'kendine has olma' özelliğini devam ettirebilmiştir. Diğer kültürlerle yaptığı temasları, duruma bağlı şartlar altında bir laboratuar zenginliği gösterir.
Zamanın diğer medeniyetlerine göre Türklerde yerleşmiş bir kültür anlayışının olduğu görülmektedir ve yaşadıkları zaman dilimi içerisindeki çağdaşları göz önüne alındığında ileri medeniyet seviyesinde olduklarını söylemek pek de yanlış olmaz.
Eski Türkler’de ise kadının durumu çağdaşlarına göre oldukça farklı idi. Aile düzeni pederşahî, değil pederî idi. Eski Türklerde Toyanizm’le Şamanizm, kadının hukukça ve siyasî, iktisadî faaliyetlerce erkeğe müsaviliğini neticelendirmiştir. Bundan başka, Totemizm devrinde başlayıp kadın ile erkek arasında “tesettür” ve “harem” gibi ayrım Türkler’de yoktu. Türkler’de, cinsî taksîm-i âmâl da yoktu. Çünkü cinsî taksîm-i âmâl de, kadının “tabu” olmasından ileri gelmiştir. Eski Türklerde kadın “tabu” olmadığından, erkeğin her faaliyetine iştirak ederdi: Avda, harpte, ziyafetlerde, meşveretlerde ve ala’el-umum dinî, siyasî, bediî, ahlakî, lisanî, iktisadî sahalarda kadın, erkekle beraberdi . Toplumda tek evlilik esastı; ancak, idareci zümreye mensup ailelerde çok evli¬liğe de rastlanmaktaydı. Yalnız, sonraki hanımlar hiçbir zaman "katun" durumuna gelemezler, çocukları da yönetimi ele geçire¬mezdi. Katun daima hakanın yanında yer alır, hakan savaşa gi¬dince onun görevlerini yerine getirirdi. Miras, babadan oğula geçer, ancak erkek çocuk olmadığı za¬man kıza kalırdı. Evlilik sırasında oğlan tarafı kız tarafına "kalıng" denilen bir para ve mal verirdi. Boşanma söz konusu olduğunda kadın suçlu ise "kalıng" erkeğe verilir, erkek suçlu ise kadında kalırdı. Eski Türklerde, ölen kardeşinin dul kalan eşi ve üvey anne ile evlenme geleneği (leviratus) de görülmekteydi. Bunun gayesi hem dul kadınları himaye etmek hem de aile mülkünün parça¬lanmasını önlemekti. Ancak, kadın zengin ise, evlenme sırasında aldığı "kalıng"ı iade ederek, bu evliliği reddetme hakkına sa¬hipti. Manas Destanı’nda, doğacak çocuğun kız olması durumunda onun bir yer bulunup verilmesi vasiyet edilmiştir. Evde kalana “bey”, evi toplayana da “han” diyen bir kültür vardı. Erkeğin evin beyi olması düşüncesi, o zamandan gelmektedir. Evlilik, “baba evinden koca evine geçiş” olarak tanımlanır .
Bu bilgilerin ışığında, kadının eski Türklerde diğer toplum¬lara göre daha iyi bir duruma sahip olduğu söylenebilir .
Türk kadınının toplumun içindeki konumu, tarih boyunca değişiklik göstermiştir. Eski Türklerde, çağdaşları olan Çin, Hint, Arap, Moğol, Roma, Yunan ve Sparta gibi ülke ka¬dınlarıyla karşılaştırıldığında Türk kadınının durumu oldukça iyi idi. Kadın, aile içinde erkeği ile hemen hemen eşit haklara sahipti. Ancak, erkek yine de birinci derecede rol oynuyordu.
İslâmiyet’in Kabulünün Kadına ve Türk Toplumuna Yansıması
Dünya coğrafyasının genel itibariyle medeniyetlerdeki tıkanmışlığın azamî dereceye ulaştığı, adeta bütün insanlık âleminin yeni bir soluğa ihtiyaç duyduğu bir anda İslâmiyet zuhur etmiştir. İslâmiyet’in zuhur ettiği yer ise dünyanın toplumsal değişiklik ve yeniliğe en fazla kapalı olduğu bir coğrafyadır. Araplar arasındaki kabile bağı(asabiya)nın çok katı olması, merkeziyetçiliğin olmadığı tamamen klan tarzı bir hayat yaşanması, kişiler arasında genel kabullerin farklılığını azamî derecede güçleştirdiğinden, kadının birey olarak bile adının geçmediği, yarımadada yaşayan halk, değişime en kapalı sosyal hayat tarzı ile yüzyıllardır varlığını sürdürmüştür. İlginçtir ki, cehaletin had safhada olup, insanın medenîleşme adına değişiminin çok zor olmasından dolayı “Cahiliye Devri” denilen bu zaman diliminde, asırlar sonrasında bile hükmünün ilk günkü gibi geçerli olacağı, bütün insanlığın hizmetine sunulmuş, insanların maddî ve manevî uygarlıklarını terakkî ettirecek bir din zuhur etmiştir. İslâmiyet’in zuhuru kadının toplumda “birey” olarak sahneye çıkışının da başlangıcıdır.
Şüphesiz İslâmiyet bütün beşerîyetin istifadesine sunulmuş evrensel özellik taşıyan bir dindir. Diğer bir özelliği ise, zamana karşı eskimeyip aksine yenilenmesidir. Bu özellik Kur’an’ın, asırlara karşı etkisini ve önemini kaybetmesinden ziyade, zamanla tüm insanlık âleminin istifadesine daha açık olmasıyla sonuçlanmıştır. Kur’an’ın iki kapak arasında olması yönüyle mahdût fakat kelime, harf ve maddî ve manevî âleme gönderme yapılan işaretler ve sırlar adına sonsuz bir kitap olması, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle içindeki hakikatlerin tüm insanlık tarafından bizzat müşahede edilmesini neticelendirmiştir. Hatta zamanın ilerlemesiyle Kur’an’daki hakikatleri sadece İslam dünyası değil tüm beşerîyet daha aşikâr şekilde müşahede edecektir.
Böylesi bir dinin getirdiği düzen, kadının toplumsal statüsü dâhil hayatın her alanında büyük değişimler getirmiştir. Hiç şüphesiz ki, Kur’an-ı Kerim ve Hadîs-i Şerif’lerde dünya tarihinde kadının sosyal ve hukukî durumunda en büyük devrimlerden biri yapılmıştır. İslâm’da kadının yeri bazı bakımlardan erkeğinkine nazaran daha aşağı ise de, İslâmiyet’ten sonraki kadınla, önceki kadının durumu arasındaki fark herhangi bir devrimde görüldüğünden daha büyüktür. İslâmiyet’ten önce evlenme, boşanma, miras gibi hususlarda hemen hemen hiçbir hakka sahip olmayan Arap kadını, İslâmiyet’le birlikte bu bakımlardan geniş hak ve yetkiler elde etmiştir .
Kadınların bilhassa Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanında toplumda çok aktif olduklarını görürüz. Batı dünyası Orta Çağ’da “Kadın insan mıdır, değil midir?” diye tartışırken, İslâmiyet 1400 sene önce –insanlık tarihinde ilk kez- kadına toplumsal rol vererek bu soruyu cevaplandırmıştır. Kadını anne rolüyle sınırlamadan, onun, yeteneklerini algılamasını ve kullanmasını sağlamıştır. Buna en büyük örnek, bizzat Hz. Aişe’nin toplum içinde konferanslar veren bir eğitmen rolünde olmasıdır. Hz. Aişe, cemiyet içinde etkin biçimde insanlara hizmet etmiştir. İlimde, sanatta ve hukukî alanlarda erkekler gelip ona fikir danışmış ve o da toplumu yönlendirici konumda olmuştur. Meselâ, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) eşlerinin ve kızlarının savaşlarda mücâhide olarak veya geri hizmetlerde görev aldıklarını biliyoruz. Hastalara bakma ve yardım amacıyla ilk kadın topluluğu bu devirde oluşturulmuştur. İslâmiyet’in hâkim din olduğu pek çok toplumda kadın yönetici¬lere de rastlamak mümkündür .
Kadın hakları açısından insanlığın zirveye ulaştığı bir dönemdir İslâmiyet’in ilk yılları 1400 sene önce kadınla ilgili üç yenilik gerçekleşmiştir. Bu yenilikler Arap toplumunun o dönemde kadına yaptığı yanlışları değiştirir nitelikte haklardır. Bunlardan birincisi; kadının fert olarak kabul edilmesi, söz hakkının olması, ikincisi; ilim öğrenme hakkı ve üçüncüsü de miras hakkıdır. Bu hakların verilmesi sonucunda insanlık tarihinde kadının toplumdaki rolünün en hızlı gelişim dönemi başlar. Bu konuda bazı örnekler aydınlatıcı olacaktır: Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, “Hz. Peygamber sağ iken biz kadınlara daha iyi davranırdık; çünkü âyet gelecek diye çekinirdik!” der. Demek ki o dönemde, “Kadınlara değer verin!” izlenimi çok kuvvetli bir şekilde uyanmıştır. Abdullah’ın oğlu Bilal, karısını mescide göndermediğinde babası çıkışır ve “Hz. Muhammed böyle yapmamıştı.” der. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Zeynep, deri işçiliği yaparmış. Yüce Resul, eşine bir oda tahsis etmiş, orada deri işleri yapmasına ve kazandığı parayı istediği gibi kullanmasına fırsat vermiştir .
1400 sene önce Hz. Ömer, farklı bir uygulamayla, Medine çarşısında Şifa isimli bir hanımı zabıta müdürü yapmıştır. Fakat bu süreçten sonra kadının sosyal konumuyla ilgili kazanımlar geri dönmeye ve azalmaya başlamıştır. Bu süreçte geleneğin, dinin önüne geçtiğini gözlemlemek mümkündür. Emevîlerle birlikte tabiî Arap toplumlarının erkek egemen bir yapıya sahip olmasının da etkisiyle, kadınlar son derece kısıtlanmıştır. Erkek egemen toplum yapısı Osmanlılarda da kısmen devam etmiştir. Fakat şu unutulmamalıdır ki, insanlık dinin indirildiği çağdaki olgunluğa eriştiğinde, kadınlar da özgürlüklerine yeniden kavuşmuş olacaklardır .
Türklerin sahip oldukları kültürde kadının yeri ise birbiri ardına dizilen tarihî devirler göz önüne alındığında asırlar üstü bir değere sahiptir. Türklerin bir üst kültür olarak yaşadıkları devirlerde kültür ve medeniyetlerini geleceğe taşıma adına diğer kültürlerle devamlı irtibatları olmuş, onları hem etkilemiş hem de onlardan etkilenmişlerdir. Kültürler arası etkiletişimin çok yoğun olduğu ve kültürde çok renkliliğin hâkim olduğu bir coğrafyada yaşayan Türklerin toplumsal hayatta yakaladıkları medenilîğin bir nedeni de değişime açık olmalarından ve diğer medeniyetlerden aldıkları kültür unsurlarını kendi bünyelerine, asimile olmadan, dâhil etme kabiliyetlerinden kaynaklanmaktadır. Bu etkileşim içerisinde zengin kültürel dokuya sahip olabilmişler, terakkî ederken kendi kimliklerini koruyabilmişlerdir. Türklerin İslâm topluluklarıyla sınır komşusu olduktan sonra yeni bir kültürü değerlendirmeleri ve zaman içerisinde toplum olarak İslâm’ı kabul etmeleri, tarihin kaydettiği gibi bir kabul ettirme şeklinde asla meydana gelmemiştir. Türk toplulukları zaman içerisinde İslâm dinini tanıyarak ve kendi dinleriyle bilinçli bir şekilde mukayese ettikten sonra ikna olmuş ve kabul etmişlerdir. Türklerin İslâmiyet’i kabulünden sonraki sosyo-kültürel doku irdelenince bazı yazarların iddiasının aksine çeşitli coğrafyalarda kurdukları kültür ve medeniyetlerinde çeşitlilik, renklilik ve zenginlik devam etmiş, doğudan batı sınırlarına kadar devlet kurdukları bölgelerde uluslar arası güç olabilmişlerdir. Bu nedenle İslâm dininin, Türklerin yaşam kalitesini, toplumsal refahını yükselttiğini, hatta kendi kimliklerini dinin değerleriyle koruyabildiklerini söylemek pek de yanlış bir tespit olmasa gerektir.
İslâmiyet'in kabulü ile birlikte bu yeni esaslar Türk kadını¬nın hayatında bazı değişikliklere yol açmıştır. Gayet tabiî, bu gelişme içinde temasa gelinen Bizans, İran ve Arap kültürlerinin de tesirlerini unutmamak gerekir. Ancak, bu yeni unsurlar, Türk kadınının sosyal, siyasî ve iktisadî faaliyetlerini sürdürmesine engel teşkil etmemiş görünmektedir. Meselâ, Selçuklular devrinde Gevher Nesibe Hatun gibi vakıf kurucularına, Tuğrul Bey'in hatunu Altun-Can Hatun, Melikşah'ın annesi Terken Hatun gibi siyasî hayatta söz sahibi olanlara, Fatma Bacı gibi teşkilât kuru¬cularına rastlanması bu hükmü doğrulamaktadır .
Fatma Bacı, Bacıyân-ı Rûm teşkilâtının kurucusu olup, Ahi Evran'ın eşidir. Bu teş¬kilât Ahiliğin kadınlar koludur. Türkmen kadınları burada siyasî, askerî, ekonomik ve kül¬türel faaliyetlerde bulunuyordu. Hatta bu teşkilât Kayseri'nin Moğollara karşı sa¬vunulmasına fiilen katılmış, Fatma Bacı bu sırada esir düşmüştür .
İlk Müslüman - Türk Devleti olan Karahanlılar’da Ahmet Yesevî’nin çok büyük izleri vardır. Yesevî Hazretleri’nin sağlığında kızı Gevher Şehnaz Hanım, babasının Divan-ı Hikmet adlı eserini 40 kişilik, kadınlardan oluşan gruplarla düzenlediği “gün”lerde okuyarak, kadınların eğitiminde ciddi bir dönüm noktası olmuştur .
İslâm toplumunda kadının durumu birçok Avrupalı yazar tarafından yanlış anlaşılmış ve Müslüman kadının bütün tarih boyunca erkeğin esiri olduğu veya kafes arkasına itilmiş bir mahpusun hayatını yaşadığı tezi ileri sürülmüştür. Hâlbuki Müslüman reşit kadın hem istifade hem de kullanma ehliyetine sahip olduğu için çağdaş hukuk sistemlerine bağlı kadınlardan çok önce hukukî şahsiyetini kazanmış bulunmaktadır. Serbestçe ticaret yapan, malları üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunan Müslüman kadını toplum hayatında kendine düşen yeri almaktan alıkonulamamıştır; hatta Divân-ı Mezâlim başkanlığı gibi kadılıktan bile üstün olan bir vazifeyi görmesi doğal karşılanmıştır .
Ortaçağ’da İslâm kadını fıkıh ve hadis müderrisliği, vaizlik, şairlik, vezirlik ve müşavirlik etmiştir. Ünlü tarihçilerden Zehebî ve Ebu’l-Fida derslerindeki bilgilerini kadın müderrislere borçludurlar. Her ikisi de icazetlerini kadın bilginlerden almışlardır. Hatta Ortaçağ İslâm ülkelerinin aydın dünyası, nazarî de olsa kadının kadılık vazifesi görmesini bile yadırgamamıştır. Ebû Hanife kadınların tanıklıklarının kabul edildiği davalarda kadılık edebileceklerini söylemiştir. Ebu Cerîr Taberî ise kadınların her davada kadılık etmelerinin mümkün olduğunu kaydetmiştir .
Tarihçi Nesevî, Celâlettin devrinde Türklerin Yuluk adını verdikleri bir Divan-i Mezâlim bulunduğunu ve Harezmşahlarda Han sanını taşıyanlardan bir kişinin bu divanın başında bulunduğunu belirtmektedir. Hüseyin Hüsamettin Amasya Tarihi’nde (III. S. 224), Sultan Beyazıt zamanında Amasya’da Selâmet Hatun adında bir kadının tarikat şeyhi olduğunu ve burada bir zaviyesi bulunduğunu bildirmekle –türbesi Amasya’da hâlâ ziyaret edilmektedir- İslâm’da sufî kadınların mevcudiyetine Rabia-i Adeviyye’den başka Türklerden de örnekler bulunduğunu göstermiştir . Kadınların İslâm devletleri tahtına çıkıp hükümdarlık yaptıkları bilinen tarihî bir gerçekliktir. Hatta XIX. yüzyıl başında bile kadının, hem de Osmanlı tahtı gibi hilâfet unvanı da taşıyan bir tahta oturtulabileceği düşüncesi, Yeniçeri ocağı gibi taassubu ile ün yapmış bir müessesenin mensuplarına hiç de yabancı gelmemiştir .
X. yüzyılın ünlü coğrafyacısı al-Belhî, “Kitab al-bad va’l-tarih” adlı yapıtının bir bölümünde, o dönem itibariyle Türk ülkelerindeki kadının özgürlüğüne ilişkin olayları hikâye ederken ve özellikle Muaviye’nin oğlu Yezid zamanında Buhara’da hüküm süren Hatun Sultan’dan söz ederken Türk kadınının uygarlığı konusundaki hayranlığını gizleyememektedir . Yine 11. yüzyılın diğer tanınmış bir yazarı olan İbn Butlan Türk kadınının zerafetini, canlılığını, temizliğini, cesaretini ve karakter üstünlüğünü gözler önüne sererken tarihî bir gerçeği dile getirmektedir.
12. yüzyılın tanınmış tarihçilerinden İbn Cübeyr, 1183–85 yılları arasında, Gırnata’dan Mısır, Irak, Suriye ve Yakın Doğu ülkelerine yaptığı gezilerini anlatırken Türk kadınının toplum yaşamındaki önemli yerini ve değerini açıklar. Horasan Valisi Tukuş Şah ile birlikte Kâbe’yi ziyarete giden Abu’l Mukerim Teştiki’nin yanındaki Türk prenseslerinden söz ederken, tüm Arap ülkelerini dolaştığını, Irak’taki Abbasi halifelerini ziyaret ettiğini, Salahettin İmparatorluğu’nu gezdiğini fakat hiçbir yerde Türk ülkelerinde olduğu gibi kadına değer verildiğine tanık olmadığını söyler .
13. yüzyılda Türk beldelerini dolaşan Marco Polo, Amu Derya nehrinin yukarılarında Kuzey Doğu’ya yayılan ve “Büyük Türkiye” diye tanımladığı yerleri ziyaret ederken Türk hükümdarlarının kızlarından söz eder ve şöyle der: “Prenses öylesine güçlü ki tüm ülkede onunla başa çıkacak erkek bulmak güç. Çünkü kim çıkarsa hepsini alt etmektedir. Babası kendisini evlendirmek istediği halde o buna razı olmamakta ve (kendi beğendiği birini bulana kadar) hiç kimse ile evlenmek niyetinde olmadığını açığa vurmaktadır. Bundan dolayıdır ki babası ona yazılı olarak, dilediği erkekle evlenebileceğine dair söz vermiştir”. Bunun üzerinedir ki, prenses, ülkenin dört bir yanına haber salarak genç delikanlıları, kendisiyle güç denemesine çağırmış ve kendisiyle başa çıkacak birini bulduğu zaman onunla evleneceğini açıklamıştır .
Batılı yazarlar arasında Marco Polo gibi Türk kadınının özgür yaşamlarına, bağımsızlığına ve karakter olgunluğuna hayran kalanlar çoktur. Ricoldo di Monte Groce bunlardan biridir. Bu ünlü yazardan öğrenmekteyiz ki Türk ülkelerinde ve örneğin Selçuk Devleti’nde hâkim olan gelenekler, Arap ülkelerinkinden çok farklıdır ve bu farklılık, özellikle Türk kadınının toplumdaki üstün değeri ve yeri ile ilgilidir .
Kısaca belirtelim ki, Türklerde kadının bu üstün kertede tutulduğu dönemlerde Batı dünyası, tıpkı Arap dünyası gibi, kadını ikinci plâna atmıştı. Çoğu yerde koca sofrada yemek yerken, kadın ayakta bekler, ona hizmet eder, her vesile ile kocasının ayaklarını öper; fakat yine de haysiyet kırıcı muamelelere uğramaktan kurtulamazdı. Bu durumların özellikle Kolon’ya ve Normandi gibi yerlerde pek yaygın olduğu ve alınan tedbirlere rağmen yüzyıllar boyunca sürüp gittiği anlaşılmaktadır .
13. yüzyılın ünlü yazarlarından Ata Malik Cüveynî, “Tarih-i Cihan” adlı yapıtında Cengiz Han ailesinden söz ederken Türk kadınının yeteneklerini över, özellikle dönemin sultanlarından olan Türkan Hatun’un devlet işlerindeki becerikliliğini, haysiyet duygusuna verdiği yeri ( örneğin kocası Sultan Osman’ı, saygılı davranmıyor diye Sultan Mehmed’e şikâyet etmesini) nakleder ki çok ilginçtir .
Türklerde kadının saygın ve üstün bir yeri olduğu hususunu kanıtlayan yapıtlar arasında İbn Batuta’nın “Seyahatname”si özel bir değer taşır. Sultan Özbek Han’ın valilerinden biri ile birlikte Azak’tan hareketle Türk ülkelerine yaptığı gezilerini anlatırken şöyle der: “Tutuktumar Emir’i ile birlikte (gittiğim bu kent) büyük Kuma Nehri kıyılarındaki Türk kentlerinden en güzellerinden biri. Bu ülkede tanık olduğum en ilginç şey Türklerin kadın sınıfına karşı gösterdikleri saygıdır. Diyebilirim ki Türkler kadınlarını erkeklerinden çok daha şerefli bir kertede tutmaktadırlar. Kiram kentini terk ederken Emir’in eşini arabada giderken gördüm… Arabası baştan aşağı süslü ve zengin mavi kumaşlarla örtülü idi; tenteleri açıktı. Prenses’in yanında zarif giysilere bürünmüş dört nedime daha vardı ki onların arabaları da zengin eşyalarla doluydu. Emir’in bulunduğu yere yaklaşıldığında prenses arabadan indi. Otuz kadar genç nedime elbisesinin eteklerini tutarak peşinden yürümeye başladılar Prensesin eteklerinde ilmikler vardı ve her bir nedime bu ilmiklerden tutup yerden hafifçe yukarı kaldırmak suretiyle yürüyüşe devam ederlerken Prenses muhteşem bir tavırla Emir’e yaklaştı; Emir ayağa kalkarak onu selamladı ve yanına oturttu. Bu sırada nedimeler ayakta prensesin etrafını sarmış olarak beklemekteydiler. Kımız getirildi, prenses bir su kabı alarak içine bir miktar kımız doldurarak Emir’e ikram etti… Bunun üzerine Emir, aynı nezaketle bir kaba kımız doldurdu ve Prenses’e ikram etti. Her ikisi önlerine getirilen yemeklerden yediler. Daha sonra Prenses Emir’in kendisine takdim ettiği hediyeleri alarak odasına çekildi” .
Sadece Sultanların ya da Emirlerin değil; halktan kişilerin dahi kadına karşı saygılı davranışlarını izleyen yazar şöyle ekler: “Tüccardan ve avamdan kişilerin eşlerini de gördüm ve onların da aynı saygıya mazhar olduklarını izledim. Örneğin bu kadınlardan biri at arabasında hizmetçileriyle birlikte gitmekteydi. Başında incili ve tavus kuşu tüyü ile süslenmiş mahruti biçimde bir şapka vardı. Arabasının pencereleri açık olup tentelerin arasından kadının yüzünü görmek mümkündü. Zira Türk kadınları peçe taşımazlardı. Sokakta yüzleri açık dolaşırlar. Bazen kocalarının da kendilerine refakat ettiği görülür” .
1331 yılında Sultan Muhammed Han’ı ziyaret eden İbn Batuta gördüklerini şöyle anlatır: “…Özbek Han, büyük bir imparatorluğun başındadır… Yeryüzünün en kudretli yedi hükümdarından biridir… Tahtına kurulmuş olarak otururken sağ yanında Taytugli Hatun ve onun yanında da Kebek Hatun, sol tarafında ise Bayalun Hatun ve yanında Urduca Hatun yer almışlardı. Tahtın hemen aşağı basamağında hükümdarın çocukları oturmaktaydı. Büyük oğlu sağda, küçük oğlu solda ve kızları da tam ortada, Sultan’ın karşısında yer almışlardı. Odaya giren her hatunu Sultan ayağa kalkmak suretiyle karşılıyor, elinden tutarak tahta çıkarıyordu. Ve bu merasim halkın gözleri önünde oluyordu… Sultan’ın dördüncü eşi, uzaktan geçmekte iken, kente yeni bir misafir gelmiş olduğuna işaret sayılan bayrağı çadırımın önünde görünce, uşaklarını yollayarak bana selamlarını ve iyi dileklerini iletti… Kendisine hediyeler yolladım. Hediyelerimi mübarek bilip kabul etti ve adamlarına emir vererek beni himayesine aldığını bildirdi ve sonra yoluna devam etti…” .
İbn Batuta Bağdat’ı ziyareti sırasında Türk yöneticileri arasında kadın unsurlara rastlamakla şaşkınlığını açıklamaktan kendini alamaz. O tarihlerde Bağdat’ta İlhanlıların son halkası sayılan Abu Sa’id Bahadır Han hüküm sürmektedir. Fakat devletin yönetimiyle ilgili bütün kararları karısıyla birlikte almasını şöyle anlatır: “Türk hükümdarların eşleri olan Hatun’ların, toplum yönetiminde çok önemli bir yer işgal ettikleri anlaşılmaktadır. Hükümdar ne zaman bir emir yayınlasa, bu emirnamede mutlaka “İş bu emirname Sultan ile Hatun Sultanın kararıyladır.” şeklinde bir kayıt görülmektedir. Her Hatun Sultanın kendi egemenliği altında bulunan kentler ve bölgeler ve kendi emirlerinde diledikleri gibi harcama yapabilecekleri bütçeleri bulunmaktadır. Sultan ile beraber seyahate çıktıklarında kendilerine ait çadırları ve kampları vardır.” .
Yazar sadece Yakın Doğu’daki bölgelerde değil; Orta Asya’daki Türk devletlerinde de aynı geleneklerin var olduğunu görerek hayranlığını belirtir. Örneğin Hindistan’dan deniz yolu ile ulaştığı bir Türk ülkesindeki izlenimleri vesilesiyle Urduca adındaki kadın valiyi anlatır ki son derece ilginçtir: “…Daha sonra Tevelisi ülkesine ulaştık. Bu ülke kendi hükümdarının adıyla anılmakta ve oldukça geniş bir sahayı kapsamakta. Hükümdar, Çinlilerin hükümdarına rakip durumda… Ülkenin erkekleri çok yakışıklı ciltleri kırmızımtırak, hepsi de cesur ve cengâver. Kadınlarına gelince, onlar da öyle; at sırtından ok atmada fevkalâde ustalar ve tıpkı erkekler gibi savaşmaktalar.” .
Tarihî süreçte kadının çeşitli toplumlar içindeki statüsü hakkında genel bir tahlil yapıldığında Türklerde diğerler toplumlara nazaran kadının statüsünün farklı olduğu muhakkaktır. Türk toplum yapısının değişime ve terakkîye açık olması, zengin kültürel dokusunun mevcudiyeti buna zemin hazırlayan belli başlı nedenlerdendir. Buna rağmen Türk tarihinin bütün evrelerinde kadın konusunda taassubun ve istismarın olmadığını söylemek fazla iddialı bir yaklaşım olacaktır. Her kültürde olduğu gibi Türk kültüründe de medenîlikteki terakkî ve tedennî ilk önce kadına yansımış, toplumları şekillendirmek isteyenler ilk hedef olarak kadını ele almışlardır. Bu yüzden kadının eğitimi, bilgi ile donatılması toplumun çehresini değiştirmiştir. Türk tarihinin kaydettiği sayısız örnek ise bunun en bariz delilleridir.
Sonuç
Zaman akışı içerisinde kadının toplumdaki konumu ile ilgili tespitler yapıldığında mazide yaşayan kadınların ve modern çağda yaşamakta olan kadınların statü ve kimlikleri itibariyle belirli açılardan çok farklı konumda oldukları görülür. Ama bu farklılık modern düzende yaşayan kadınların geçmiştekilerden çok daha iyi bir statüye sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Dünyada yaşayan kadınlar ve sorunları hakkında bilgiye ve veriye sahip olmak bu kanaati doğrulayacak sonuçları elimize vermektedir. Geçmişte yaşanan ve bizim geri kalmış medeniyetler diye tabir ettiğimiz çoğu kültürde yapılan yanlışlıklar, yaşanan cinsiyet ayrımcılığı ve taassup içinde hapsolunan kadın günümüz modernliğinin içinde de mağdur durumda var olma ve kendini kabul ettirme savaşı vermektedir. Aslında kadın daha çok sosyal yaşamın ve iş hayatının içindedir, eğitim alabilmektedir, ekonomik gücü vardır ve birçok sektör kadına hitap etmekte, kadının imajı, yaşantısı, giyimi, dâhil her adımına bu sektörlerce yön verilmektedir. Tüm bunlar kadının mutlu olmasına, toplumu, ailesi, eşi ve çocukları tarafından kabul görmesine ne yazık ki yol açmamakta, günümüz toplumlarında hukukun var olmasına ve birçok kişisel hürriyetin bizzat kanun tarafından korunmasına rağmen modernlik, şiddet, taassup, istismar, itilmişlik ve yalnızlık gibi pek çok sosyal problemi çözümleyememektedir.
İnsanlık tarihi, büyüyen bir insan gibidir. Bilhassa kültürel ge¬lişim sürecinde toplumların hatalarıyla karşılaşmak ihtimali daha çoktur. Nasıl bir çocuğun yetişme çağında yaptığı hatalar eriş¬kinlik sürecinde son bulursa, insanlığın yanlışları da olgunlaştıkça azalır. Şu esnada erişkinlik dönemini yaşayan insanlık, bugüne ka¬dar edindiği kültürel birikimi göz önünde bulundurularak değer¬lendirilmelidir. Yüzyıllar boyunca kadının köleleştirilip, toplumların erkek egemen olmasındaki etkenlerin başında, milletlerin ken¬dilerini yönetme zorluğu çekmelerini sayabiliriz. Hâkimiyetin güçlü olanın elinde bulunduğu yüzyıllarda kadın pasifize edilmiş¬tir. İçinde bulunduğumuz iletişim ça¬ğında ise kadın, eskiye nazaran kendini daha çok ifade etme hür¬riyeti kazanmıştır. Aynı zamanda bu dönem, kendiyle ilgili rolleri aynı cinsten olduğu düşünürler vasıtasıyla anlatma dönemidir .
Yaşadığımız dünya düzeninde içinde bulunduğumuz yüzyıl, adalet ve hukukun hâkim olduğu bir modeli temsil etmektedir. Bu modelin gereği olarak düzen, hâkimiyeti cinslerden önce insa¬nın varlığıyla ilişkilendirir. Farklılıklar ancak insan olduktan sonra başlar. Bu anlayış içinde kadının anatomik ayrıcalıklarının yanı sıra psikolojik bakımdan da başkalığı vurgulanmalıdır. Toplumda kadınla ilgili bu yargıları kırmanın en iyi yolu ise, kadını erkeğe, erkeği kadına benzetmekten vazgeçip, her ikisinin de kendi cinsiyet özelliklerini pekiştirecek birbirini tamamlayan kimseler haline getirmekten geçer .
Günümüzdeki kadın problemlerine de çözüm olabilecek her tür fikrî, ilmî yaklaşımı ve pratiği Türk tarihinde görmek mümkündür. Bu pratiği günümüz nesline aktaracak kişilerin toplumun yapısını bilen ve sosyolojik olarak çözümleyen mütehassıslar olması şarttır ve ancak bu profesyonellerin önerileri gerçekçi olup hayat bulabilir. Aksi takdirde Türk tarihini ve toplum yapısını dışardan bir gözlemci gibi yorumlamak, meseleyi çözmek yerine vehametini artıracaktır.


[55] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Diyanet Yayınları, Cilt 24, İstanbul 2001, s. 83.

[56] …İslâm Ansiklopedisi, s. 83.

[57] …İslâm Ansiklopedisi, s. 83.

[58] Hindistan’da kocası ile birlikte yakılma geleneği 1829’da İngiliz Genel Valisi tarafından kaldırıldı. Bk. (Kurban Özuğurlu, Evlilik Raporu, İstanbul 1990, s. 19. vd.).

[59] Ebu’l Hasan Ali Nedvî, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, (Çev. İ. Düzen-M. Topuz), İstanbul 1966, s. 36.

[60] Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839–1923), MEB Yayınları, İstanbul 1992, s.9

[61] Bekir Topaloğlu, İslâm’da Kadın, Yağmur Yayınları, İstanbul 1965, s. 15–16.

[62] August Bedeli, Kadın ve Sosyalizm, (Çev. S. N. Kayan), İstanbul 1991, s. 67–68.

[63] Nevzat Tarhan, Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları, İstanbul 2005, s.120.

[64] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s.117.

[65]“Yeryüzündeki bütün kötülüklere sebep olan kadındır. Tanrı Zeus, Prometheus’un kendisine oynadığı oyuna kızarak, erkeklerden öç almak için, güzel ve sevimli bir şey yaratır. Bütün tanrılar, peçelerle, örtülerle, çiçeklerle ve altın bir taçla onu donatırlar. Adına da “Herkesin armağanı” anlamına gelen “Pandora” dediler. Bu güzel “felaket yaratılınca Zeus onu yeryüzüne indirdi; o günden sonra da kadın, erkeklerin en büyük düşmanı olup çıktı…..Zeus, kadını yaratarak insanları cezalandırmıştır”.Bk(Edith Hamilton, Mitologya, (Çev. Ülkü Tamer, İstanbul 1968, s. 46–47.)

[66] TOPALOĞLU, İslâm’da Kadın, s. 14.

[67] TOPALOĞLU, İslâm’da Kadın, s. 16.

[68] Geniş bilgi için bk. ( Ziya Gökalp, Türk Medeniyet Tarihi, (Haz. Kâzım Yaşar Kopraman, İsmail Aka), İstanbul 1976, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 140. vd. )

[69] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s. 117.

[70] Şefika Kurnaz, II. Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını, MEB Yayınları, İstanbul 1996, s. 10.

[71] Bahriye Üçok, İslâm Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, s. 20-21.

[72] KURNAZ, II. Meşrutiyet…, s. 10-11.

[73] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s. 122-123.

[74] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s. 123.

[75] Fatma Bacı, Bâciyân-ı Rûm teşkilâtının kurucusu olup, Ahi Evren’in eşidir. Bu teşkilât, Ahiliğin kadınlar koludur. Türkmen kadınları burada siyasî, askerî, ekonomik ve kültürel faaliyetlerde bulunuyordu. Hatta bu teşkilât Kayseri’nin Moğollara karşı savunmasına fiilen katılmış, Fatma Bacı bu esnada esir düşmüştür. Bk.( Mikail Bayram, “Osmanlı Döneminde Kadın”, Tercüman Kadın Ansiklopedisi, İstanbul 1984, s. 501–503, 513–514.

[76] Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, İstanbul 1981, s. 159.

[77] KURNAZ, II. Meşrutiyet…, s. 13.

[78] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s. 117–118.

[79] ÜÇOK, …Kadın Hükümdarlar, s. 7.

[80] ÜÇOK, …Kadın Hükümdarlar, s. 8.

[81] ÜÇOK, …Kadın Hükümdarlar, s. 8–9.

[82] ÜÇOK, …Kadın Hükümdarlar, s. 184.

[83] İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, Orhanlar Matbaası, İstanbul 1987, s. 21.

[84] ARSEL, Şeriat ve Kadın, s. 22.

[85] Marco Polo, The Adventures of Marco Polo, New York 1948, s. 179–181.

[86] Claude Cohen, Pre-Ottoman Turkey 1076–1330, New York 1968, s. 153.

[87] L.T. Hobhouse, Morales in Evolution, London 1951, s. 219.

[88] Cübeyr’in “Seyahatname” adlı kitabının İngilizce çevirisi için bk. (The History of the World Congueror, Manchester University Pres 1958, Vol II, s. 465. vd.).

[89] İbn Batuta’nın Seyahatnamesinden Seçmeler, İstanbul 1971, s. 70- vd.

[90] İbn Batuta’nın Seyahatnamesinden… , s. 148.

[91] İbn Batuta’nın Seyahatnamesinden… s. 101.

[92] İbn Batuta’nın Seyahatnamesinden… , s. 368.

[93] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s. 124.

[94] TARHAN, Kadın Psikolojisi, s. 124.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
ülkü gülü/m
KAĞAN
Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi Turan3
ülkü gülü/m



Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi Empty
MesajKonu: Geri: Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi   Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi Icon_minitimeÇarş. Ocak 27, 2010 5:19 pm

teşekkür ederiz emeğinize sağlık
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Türk-İslâm Toplumunda Kadının Kimlik Meselesi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İslam Öncesi Türklerde Kadının Yeri ve Önemi
» TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ
» Türk milliyetçiliğine karşı, "Siyasal İslam"
» İSLAM'IN ŞARTLARI
» Davarbaşı’nın İslam hakkındaki düşünceleri

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
BOZKURTLAR OTAĞI :: ÜLKÜMÜZ TURAN :: ŞANLI TARİHİMİZ-
Buraya geçin: