Yitik Sevda
Hep benim dediğimiz yerde, yabancı oldum. Yabancı oldum herkese. Gün geldi sokaklara, mahalleye, eve ve hatta aynaya... Kendi yüzümüzü bile tanıyamaz oldum. Mahalleden kimse tanımadı beni, ben de kimseyi tanımadım zaten. Herkes bana soğuktu. Ben de caddeye, yola, sokağa ve hatta ağaca… Yeni taşınmıştım belki de bu soğukluğun sebebi bu idi. Gün geçtikçe ısınırım, içinden çıktığımız ücra köyümdeki konu komşu ilişkisini burada da yaşatırım diyordum. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Ben mi soğuktum, insanlar mı anlayamadım. Selamım karşılıksız, elim havada kalıyordu. Anadolu’nun bir köyünden gelmiştim Eskişehir'e. Alışamamıştım. Ben köylü, çevremizdekiler şehirli miydi? Okula gidip geldikçe komşular perdelerini aralayıp bana bakıyorlardı. Onlara göre garip halim vardı.
En sevdiğim şey duvar yazılarını okumaktı. Duvar sanki duvar değil de ilan panosunu andırıyordu. Marksizm ve komünizm adına ne ararsan bulabiliyordun. Yüreğimizi acıtan ise küçük dahi olsa ay yıldızın olmamasıydı o duvarlarda…
Aşina olmuştum artık mahalleye, sokağa ve evimizin önündeki ağaca. Bir gün okuldan dönüşümde karanlığın çöktüğü anda cebimdeki çakıyı çıkararak ağacın gövdesine bir Türk bayrağı çizdim. Tabi sağı solu kontrol etmiştim çizmeden önce de çizdikten sonra da. Savaş galibi komutan gibi gururla eve girmenin zamanı gelmişti. Her eve giriş çıkışımda ağaca bakar olmuştum. Artık bayrak dikilmişti, yükselecekti…
Düzenli olarak okula gidip gelir, arta kalan zamanlarımda ise kitap okumaya gayret gösteririmdim. Çünkü zafere giden yol bilgi toplumundan geçerdi. Türklüğün ve inancın her gün aşağılanmaya çalışıldığı her gün kâbus olarak gelirdi ve kâbustan çıkmanın yolu sağlam bir Türk kültürü ile yetişebilmekti. Yetişmiştik ama devam edebilmekti böyle. Şiir ve hikâyeleri okumayı sevdiğim gibi yazmayı da çok severdim. Tüm sırlarımı paylaşırdım kalemime ve üstü soluk kâğıdıma. Yapabileceğim en güzel üretim bu olsa gerekti. Ben de bunu yapmaya çalışıyordum.
Türkiye bir buhrandan geçiyordu. Her Türk neferi gibi biz de payımız alıyorduk bu buhrandan, kâbustan. Gayri Türklük adına ne varsa moda olmuştu. Kahroluyorduk. Olmaması gerekti. Radyoyu dinleyip gazeteleri okuduğumuzda gencecik fidanların vatanın kara bağrına düştüğü haberlerini alıyorduk. Zaten en yakınımızda olan insanlar dahi akıl almaz işkencelere maruz kalıyorlardı. Üniversiteler işgal ediliyor, okumak için gelen Anadolu çocukları günlerce okullarda kilitli kalarak aç bırakılıyordu, ciğerleri patlatılıyordu, katlardan aşağıya pervasızca-insafsıca atılıyordu. Yaşanan iğrençliklere rağmen biz yine de biz olmaya çalışıyorduk, inadına, erkekçe…
İnsanlıktan nasibini alamayan beyni sulanmış sürülere rağmen her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından felsefesiyle hareket etmek, Türklükten övünmek, Türkiye dışındaki Türklere el uzatmak, kardeş demek suç sayılıyordu…
Hüküm karanlık sokaklarındı ve acımasız. düşma bellemişti zaten yarasa zihiniyetlilerde. Gündüz güneşten korktukları için gözükmezlerdi. Okul dönüşleri ve sabahın erken saatleri pusu anlarıydı: Ya evinin önü ya da okul girişi. Kurt hükmünce boynun kalın olmalıydın; kendi işini kendin görmek için. Kurnaz olmalıydın; tilkinin hilesine karşı. Uyanık olmalıydın; her türlü tehlikeye karşı…
Serçeye karşı yüksek uçmalısın,
Kartal hükmünce…
Yarasaya karşı güneş olmalısın,
Yaklaşmaması için,
Aydınlatmak için…
Güçlü olmalısın,
Kurt hükmünce…
Ve tek, zincir vurulmadan boynuna,
Ve asil…
Meydan okumalısın.
Deli bir ruh adına,
Hep gülmelisin.
Hep tekrar etmelisin,
Diline takılan şu beyit adına:
Aşk ile yaşa, ölmeyesin
Aşk ile öl ki, yaşayasın…
Tek bir isteğimiz vardı: Yaşamak. Yaşamak; karanlığa aldırmadan, her tarafı aydınlatırcasına… Bir mum misali çevreyi aydınlatırken, vücudunu eridiğini hissederek aldırmadan yaşamak. Uzak diyarlara umut türküleri yakarak hem de kendi ülken için. Daha hür, daha dik, daha onurlu yaşamak için. Türkiye’de Türk gibi…
Gün geldi can dostlar gibi biz de ya kurşunlandık veyahut asıldık. Ruhi kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Alper Tunga Uytun ve daha niceleri… İsmi mezar taşlarında ve gazete satırlarında kalan niceleri… Geriye bakmadan giden, koşan, devlet ebed müddet diyen niceleri… Göğsünü gere gere ülkücüyüm diye yürüyen Alperen yürekli niceleri…
Ben bir ülkücüyüm,
Kanla yazılmış kaderim,
Sehpalarda vitrinlenmiş bedenim,
Ocaklarda doğmuş,
C-5’lerde büyüyüp,
Eylüllerde ölmüşüm.
Kanla yazılmış kaderim.
Darağaçlarında ölçülmüşüm.
Ben bir ülkücüyüm,
Eylüllerde ölmüşüm.
5600 nefer gibi ben de unutuldum, hikâyem yarım kaldı aynı sevdam gibi. Sadece şahadet yıldönümümde hatırlamayın beni veya kahpe eylül rüzgârında. Okulum yarım kaldı aynı sevdam kaldı. Gençliğim yarım kaldı aynı sevdam gibi. Geleceğim yarım kaldı aynı sevdam gibi. Bayrağımız çizdiğimiz ağacın gövdesinde kalmasın aynı sevdamız gibi. Unutmayın ki aranızdayız, yanınızdayız. Sevdamızı başkalarına koltuk değneği yapmayın. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin yere düşürmeyin ki biz de rahat yaşayalım sonsuz, rahmet âleminde. Çok isteğimiz yok.
Şandan, şöhretten yana değil makamımız bir duaya, Fatiha’ya var ihtiyacımız…