O Kalp Ülkücüyü Neden Unuttu ?.....
Türkiye de ‘’sol’’un ve ‘’sağ’’ın kırılma noktası, zamanı yakalama imkânlarında gizli…
Sol bu mücadeleye kavga sürecini tüm alanlara yayarak, yetişmiş kadrolar ile gardını almış bir şekilde girmişti, Ülkücü hareket ise bu kadar şanslı değildi…
1961 ihtilalının önüne serdiği olanakları son derece iyi kullanan sol, edebiyat, sinema, basın-yayın gibi iletişim alanlarında örgütlenerek büyük kavgada arası zor kapatılacak hatta bugün bile kapatılamayan önemli bir fark yakalamıştı. Zamanla ülke de sinemanın, edebiyatın, basın ve yayının ülkücülere bakışı, solun ülkücülere bakışı ile tıpa tıp örtüşecekti. ....
Solun bu hızlı hamlesinden dolayı bugün bile görsel birçok efekte, ‘’ülkücü’’ , mahallenin kötüsünü oynamaktadır.
Kötü karakterin makyajı haline gelen sarkık bıyıklar ve genelde milliyetçi ailelerce kullanılan Kürşat-Kültigin-Tonyukuk gibi isimlerin kötü rolü oynayan oyunculara verilmesi veya bazı filmlerde Ülkücü teşkilatlanmanın önemli merhalelerinden biri olan ‘’reis ‘’sıfatının özellikle çete liderlerince kullanılması buna verilebilecek mühim örneklerdendir…
Ne diyelim; tam bir mizansen! Bugünlerde bu saydığım olgulara en önemli örnekler Kanal D ekranlarında yayınlanan ‘’Bu Kalp Seni Unutur mu?’’dizisinde yaşanıyor. Zaten bu duruma BBP Lideri Yalçın Topçu da sert tepki gösterdi!
Hatırla Sevgili dizisini de ekrana taşıyan Sis Yapım tarafından yapılan dizi de; Bülent İnal, Berrak Tüzünataç, Saygın Soysal, Okan Yalabık ve Hale Soygazi gibi oyuncular bulunuyor.
Ana konu olarak 12 Eylül dönemi ve hemen sonrasında yaşanan çözülmeyi, sol cenahtan aktaran dizinin ülkücülere ve ülkücü camiaya bakışı ise objektif olarak olaylara bakmayı başarabilen ‘’sağ’’duyulu herkesi üzüyor ve akıllara şöyle bir sorular getiriyor; bu dizide ki ‘’ülkücü’’imajı acaba ne kadar doğru?
Gerçekten o dönemde yaşayan ülkücüler sadece vurmaktan ve kırmaktan anlayan, mafya tipinde yapılanmalara müsait olan, yer altı dünyasına meraklı, hiçbir entelektüel derinliği olmayan, sarkık bıyıkları ve bellerinde ki silahlar ile etraflarına korku salan bir kuşak mıydılar?
Kısacası 80’li kuşağın ülkücüleri nasıldı ve dizide anlatılanlar ne kadar doğru?
ESKİ ÜLKÜCÜ MÜ ESKİMEYEN ÜLKÜCÜ MÜ?
Bugün 80 döneminde mücadele eden ülkücüleri genel manada incelediğimizde her birini farklı kulvarlarda görmek mümkündür…
Kimisi iş adamı kimisi bürokrat, milletvekili veya bakan…
Aralarında basın dünyasında şöhret merdivenlerini çıkanda var yer altı dünyasının karanlığında boğulanlarda…
Bilim adamı olarak sayısız başarıya imza atanlarda var, İç istihbarat örgütü tarafından kullanılarak tarihin varoşlarına savrulanlarda…
Ama içlerinde bazıları var ki; yorgun ve puslu gözlerle maziye dalarak sadece kullanıldıklarını düşünüyorlar… Haliyle birazda kızgınlar;’’Öpmeye kıyamadığımız el vurdu bize’’diyorlar…
Mücadele sürecine tam adapte olup, her şey normale(!) döndüğünde rutin yaşama alışamayan birkaç isim ise, bazı sol militanlar gibi yer altı dünyasının yolunu tutmuştu. Bir dönem Türkiye’ye damgasını vuran ‘’ülkücü (!) babalar’’ dönemi, bunun ispatıdır.
Ancak ‘’ülkücü (!) babalar dönemi’’ ile birlikte sol’un yaptığı sert propaganda sonucunda tüm ülkücülerin üzerine bazı olumsuz sıfatlar yapıştı. Hem de hiç silinmemecesine, mesela; mafya eşittir ülkücüler gibi…
Ama kısa ve net olarak şunu söylemeliyim ki 80’li yıllarda ki ülkücüleri değerlendirirken yapılacak en mühim hata ve haksızlık bugün ki halleri ile dün ki hallerini karıştırmak veya bugün ‘’ülkücü’’gömleğini çıkartarak farklı işler yapanlar ile o kuşağı lekelemek olacaktır!
Birde sosyoloji laboratuarında uzun süre incelenmesi gereken bir tabir var; ‘’eski ülkücü!’’ O yorgun kuşak içinde bulunup uzun süre mücadele etmiş bir büyüğüme bu tabiri sorduğumda muzip bir şekilde tebessüm ederek ‘’bak Oğlum! Eski ülkücü, eski ülkücü deyip duruyorlar, ülkücünün eskisi değil eskimeyeni makbuldür!’’dedi…
Ne diyeyim;
Vallahi, tam eski ülkücü cevabı
Şimdi bu keskin espriyi bir kenara not ederek, tüm ülkenin adeta sırat köprüsünden geçtiği o hassas döneme, ülkenin genç kaynaklarının bozuk para gibi harcandığı o sancılı yıllara gidiyoruz…
80’Lİ YILLARDA BİR GÖKMEDRESE: ÜLKÜ OCAKLARI
O dönemin ülkücüleri genelde fakir ve orta halli ailelerin çocukları idi. Bu ailelerin siyasi eğilimleri ise Adalet Partisine meyilli idi. Dönemin milli eğitim müfredatına göre okulda Darwin’in evrim teorisi ile karşılaşan bu çocuklar ilk zihinsel çatışmayı da okullarında yaşıyordu. Çünkü evde Âdem Peygamber öğretilirken okulda Darwin’in evrim teorisi aşılanıyordu…
Lümpen takılan çokbilmiş öğretmenin, evde anne ve babalarının kıldığı namazlar ile alay geçmesi, derslerde dini aşağılan ve hor gören ifadelerin kullanılması da bu çocukları derinden yaralıyordu. Sosyalizm ve Ateizm propagandası altında bunalan bu çocuklar haliyle kendileri gibi düşünen insanların yanında olmak istiyordu. O dönemde akla gelen ilk adres; Ülkü Ocaklarıydı. Biraz babacan biraz kabadayı ama tamamen samimi, ülkücü öğretmenler ile burada tanışan bu çocuklar, komünizm tehlikesinden, esir Türklerden, İslam Dünyasının sorunlarından bu sayede haberdar oluyorlardı. Sadece bunlar da değil. Burada bulunan ülkücü öğretmenler, ailelerinde yükünü hafifletiyordu…
Büyük şehrin dağdağası altında kültür karmaşası yaşayan birçok aile, evladını sosyolojik açıdan kaybetme tehlikesi yaşarken burada bulunan reisler ve ülkücü öğretmenler, bu çocuklara; Anadolu’nun engin kültürünün en önemli sacayağı olan anne-babaya saygı, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi ve vatan sevgisi gibi önemli erdemleri aşılıyordu. Sırf Ülkü Ocağına gittikten sonra aile içinde ki davranışlarının olumlu yönde değişmesinden dolayı birçok aile çocuklarını gönüllü olarak Ülkü Ocağına gönderiyordu…
Ülkü Ocakları, inanç açısından da büyük hizmetler görüyordu. Abdest, gusül, temizlik, istibra, namaz sureleri, akaid, siyer gibi birçok İslami konu ve alan o dönemde faaliyette bulunan Ülkü Ocaklarının eğitim seminerlerinde öğretiliyordu. Çok güzel Kur’an okuyan bir ağabeyime, hocanız kimdi dediğimde verdiği, Ülkü Ocakları cevabı doğrusu beni çok şaşırtmıştı. Malatya’nın ücra bir köyünde ki Ülkü Ocağında aldığı dini eğitimle övünen bu büyüğümün, sohbetin sonunda söylediği ‘’bize cahil cühela demesinler boşuna, biz diplomamızı Ülkü Ocağından aldık’’ sözü, aslında iki paragraftır demek istediğimi en yalın hali ile anlatmaktadır…
İdeolojik mücadele yıllarında doktrin kitapları açısından, Bozkurtlar, Milliyetçi Türkiye, Dokuz Işık, Tarım Kentleri ve Türk - İslam Ülküsü gibi eserlerin okunduğu Ülkü Ocaklarında, yaşadıkları dönemde asla bir araya gelmeyen ama Türk Kültür ve Tarihi açısından çok önemli olan onlarca ismin eserleri de okutuluyordu. Örneğin Ziya Gökalp-Mehmet Akif, Nihal Atsız-Necip Fazıl gibi…
Kuşkusuz bu davranış bir kavram kargaşası veya hatadan değil, Türkler için önemli olan tüm isimleri yüksek bir düşüncenin potasında eriten Ülkü Ocaklarının düşünce anaforundan kaynaklanıyordu.
İşte bu düşünce anaforu ki Cumhuriyet tarihinin en enerjik, en inanmış, en bıçkın neslini inşa etmişti. İnşa edilen yer ise Ocak’tı; Ülkü Ocakları…
Ancak kim bile bilirdi ki, canlarından çok sevdikleri milletin refleksi olmaktan başka bir hüviyeti, devleti selamete çıkarmaktan başka gayesi olmayan, Komünizmi, Siyonizmi, Faşizmi ve Masonluğu baş düşman ilan eden, savaşırken, sağına soluna bakmadan yekvücut ileri atılan ve ülkede ki tüm fesat ocakları tarafından da baş düşman ilan edilen bu Ocak’lı gençlerin çoğunun Ocak’ları sönecekti?
Dile söylemesi kolay geliyor; yaklaşık 5000 şehit…5000 genç…5000 fidan…
Bir türlü hak ettikleri şekilde anlatılmadılar…
Bazı çevreler tarafından ısrarla anlaşılmadılar…
Buna gücendiğimi ve üzüldüğümü de söyleyemem doğrusu…
Çünkü ‘’kıraç bozkırlarda ardını çok ama çok uzaklarda işlenmiş mor dağlara verip de Allah’tan gayri kimseden nimet beklemeden, kendi cürümünce yeşilin saltanatına itaat eden, tek top ağaçların güzelliği vardır ya; işte öyle bir güzelliktir bu kuşak, fark edebilmek için biraz yerli olmak gerekir!’’
Biraz yerli, yani; menbaanı ve kaynağını harsından alman gerekir vesselam…
Bu ülke de O’nu anlamayanlar veya anlayamayanlar hep solun mağduriyetinden söz etti… Ancak gençliğinin baharında yitirilen ülkücü gençlere bakmak kimsenin aklına gelmedi…
Örnek mi?
ÖYLESİNE DEĞİL ÖLESİYE SEVMEK!
Mesela…
Ruhi Kılıçkıran…
1946 Osmaniye doğumlu…
Şu an M.H.P Lideri olan Devlet Bahçeli’nin hemşerisiydi yani…
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi idi…
4 Ocak 1968 de bir Ramazan günü, Ankara Site Öğrenci Yurdunda sol görüşlü gençlerin saldırısına uğrayarak, şehit düşmüştü…
Daha 22 yaşındaydı…
Hayalleri, umutları, arzuları vardı, her şeyden öte memlekete faydalı bir adam olacaktı, fakat kader O’nu bambaşka bir çizgiye taşımıştı, aydın bir ilahiyatçı olmayı düşlerken, yarım asırlık ülkücü hareketin ilk şehidi olmuştu…
Ne düşündürücü bir tevafuk ve hikmet değil mi?
80’li yıllarda, İmanın, inancın ve İslam’ın savunucusu olma iddiasında olan bu hareketin ilk şehidi; bir din adamı idi!
Sonra?
Süleyman Özmen…
O da 22 yaşındaydı…
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi olan Özmen, Mart 1970 de Yüksek Öğretmen Okulunu işgal eden komünist militanlar tarafından salıverilmeyen arkadaşlarına yardım edebilmek için gelmişti. Ancak kurşunların hedefi oldu. Bin bir zorlukla arkadaşlarına ulaştırmaya çalıştığı ekmekler sağa sola saçılmıştı.
Kanlar içinde kalan ceketi, şehit yadigârı olarak can yoldaşı Ertuğrul Dursun Önkuzu tarafından alınmıştı. Zile’ye geldiğinde bu ceketi saklaması için annesine veren Önkuzu,’’Ana bu kan Süleyman’ın kanı, sakın yıkıma, mübarek şehit kanıdır, yarın Allah’ın huzurunda bize şahitlik edecek inşallah!’’demişti…
Kim bile bilirdi ki Önkuzu’nun da sonu Süleyman gibi olacaktı…
BOZKURTLARIN ‘’KUZUSU’’ : ÖNKUZU
Ertuğrul Dursun Önkuzu…
O’nun da yaşı 22’ydi!
Çok büyük idealleri vardı…
Kendini geliştirmek için sürekli çalışıyordu. Kolay değil Peygamber mesleği icra edecekti; öğretmen olacaktı! Sürekli insanlara faydası olsun istiyordu…
Bunun için etrafına topladığı gariban çocuklara yardımcı olabilmek niyetiyle ücretsiz özel dersler verirdi. Çünkü kendisi de bin bir zorlukla üniversiteye girmişti…
Zeki ve akıllı bir öğrenciydi! Önce Yıldız Teknik Üniversitesini kazanmış ama siyasi baskılardan dolayı okuyamayarak Ankara Teknik Öğretmen Yüksek Okuluna gitmişti…
Mahcup, mütevazı, münzevi bir tavrı, utangaç bir yapısı vardı. Çok düşünür, az konuşurdu. Belanın dilden geleceğine inanıyordu. Aslında çok güzel bir ses tonuna ve akıcı bir üsluba sahipti. İşte bunun için konuşmaya başlayınca da herkes tarafından dikkatle dinlenirdi
Çok temizdi…
Titizliği kız kardeşlerini bıktıracak kadar ileri boyuttaydı…
Her sabah spor yapardı, iyi bir judocuydu! Hantal, durağan, göbekli Müslüman tipinden hiç hoşlanmazdı. Ona göre Müslüman; atletik, diri ve dinç olmalıydı!
İnançlıydı! İman doluydu! O dönemde Zile’de bulunan ünlü hocalardan biri olan Arif Efendi’den din dersleri almıştı! İbadetleri konusunda çok hassastı! Yaptığı ve yapamadığı ibadetleri küçük not defterine yazarak, cetele tutardı! Bu alışkanlık o dönemde mücadele eden her ülkücü de vardı!
Okumak; O’nun için bir tutku derecesindeydi! Bunun için varını yoğunu kitaba yatırırdı! En büyük ideali; Ankara da büyük bir Kütüphane açarak gençlerin hizmetine sunmaktı! Eğer yaşıyor olsa idi, bugün ülkücü hareket, tüm dava tarihini yakından öğrenebileceği, Türk Kültür ve Siyasi tarihi konusunda başyapıtları içinde bulunduran eşsiz bir Ertuğrul Dursun Önkuzu Kütüphanesine sahip olacaktı!
Ama olmadı işte…
Ankara Erkek Teknik Öğretmen Okulunda eylem yapan sol görüşlü öğrenciler tarafından akıl almaz şekilde dövülen, Önkuzu’ya üç gün boyunca işkence yapılmış, sonra ciğerleri bisiklet pompası ile şişirilerek dördüncü kattan aşağı atılmıştı, tarihler 23 Kasım 1970’i gösteriyordu… O,çok sevdiği Süleyman’ın, imrendiği Kılıçkıran’ın yanına gitmişti. Bozkurtlar, Kuzu’sunu yitirmişti…
HÜMANİST (!) SOLCULARA BİRDE BURDAN BAKIN!
Yine 1970…
Bu defa Yusuf İmamoğlu…
25 Yaşında idi…
İstanbul Edebiyat Fakültesi Coğrafya bölümünde son sınıf öğrencisiydi…
O da öğretmen olacaktı. Ülkücü olup, fakülteye sokulmayan Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilerinin karnelerini imzalatmak üzere okuluna gittiğinde, Vural Yıldırımoğlu, Yusuf Kayabaşı, Ali Menekşe, Feridun Şakar ve Vahram Apik isimli komünist militanların açtığı ateş sonucunda ağır yaralanmıştı.
Sol görüşlü grup yaralı şekilde can çekişen İmamoğlu’nun yanına kimseyi yaklaştırmıyordu, öyle ki, sağduyulu birkaç kişi tarafından çağrılan ambulans bile fakülteden içeriye sokulmamıştı!
Ve Yusuf İmamoğlu şehit olmuştu…
Şehit olduğu zaman cebinden bir simit bile almaya yetmeyen 35 kuruş para çıkmıştı!Otopsi raporu ise tam bir şoktu; gariban bir ailenin ferdi olan Yusuf, son üç gündür, doğru dürüst bir şey bile yememişti!
Vurgun vurgunu, kurşun kurşunu izliyordu…
Bugün dillere pelesenk olan ve 8 Ekim 1978 de gerçekleşen Bahçelievler Olayını herkes hatırlıyor ama bu olaydan aylar önce 17 Mart 1977 de gerçekleşen Ümraniye Katliamını kimse hatırlamıyor…
Bu tarihte, komünist militanlarca evleri basılan, Bahri Bilge, Sinan Koca, Salih Uluğ, Ömer Bayraktar ve Cevat Koca gibi ülkücü gençler üç gün boyunca işkence yapıldıktan sonra şehit edilmişlerdi…
Sadece bu mu?
Maalesef hayır!
19 Eylül 1979 Adana da evleri basılan ülkücü öğretmenler; Müslüm Teke, Yılmaz Kızılay, Özcan Doruk, Davut Korkmaz, Ahmet Güleç ve Mustafa Karaca komünist militanlarca kurşuna dizilerek şehit edilmişlerdi…
Ve daha niceleri…
Ancak kendilerine ‘’olaylara solun tarafından bakmak’’gibi bir görev biçilen, vicdanları satılık aydınlar bu katliamlardan hiç söz etmeyeceklerdi…
Onları ne 1979 da 55 yaşında iken şehit edilen ülkücü gazeteci Kemal Fedai Çoşkuner ilgilendiriyordu ne de 15 Yaşında şehit edilen Yozgatlı Âdem Pekmezci...
Bugün de söz konusu dizilerde gazete basan sarkık bıyıklı ülkücüler(!) ekrana taşınıyor ama 19 Eylül 1979 da Hergün Gazetesini basıp davanın ‘’kara gözlü’’çocuğu Mürsel Karataş’ı şehit eden militanlardan kimse söz etmiyor…
Aynı dizilerde kadınları bile görüşlerinden dolayı baskı altına almaya çalışan sözde ülkücüler ekrana taşıyor ama sırf ülkücü oldukları için komünist militanlar tarafından şehit edilen Ayşe Çetinkaya,Bilge Özsoy,Fahriye Altınok,Figen Çöktü,Hanife Fendoğlu,Mürevvet Kekilli ve Dr.Bercis Seden’i kimse ekranlara taşımıyor…
Bugün kombine köşelerinde fikir devşiren eski tüfek bazı ambalaj solcular, o dönemde banka soyan, devlet dairelerini ateşe veren, devlet mallarına karşı birçok saldırı düzenleyen militanlardan söz ederken ‘’bağımsız Türkiye’’sevdalısı idiler deyip tarihin bekâretini bozuluyorlar…
Ama kimsenin aklına Tariş’i ve Aliağa Rafinesini grev nedeniyle terk edip devleti milyonlarca lira zarara sokan militanlardan boşalan yerleri doldurarak, tüm makineleri durmuş bu tesisleri 22 günde ayağa kaldıran, ülkücü işçilerin mucizesinden söz etmek gelmiyor. Mucize diyorum çünkü görüşleri alınan Rus mühendisler bu tesislerin yeni işçilerle ancak 6 ayda eski ivmesini kazanabileceklerini düşünüyorlardı…
Kimse tarihin iffet ve izzetine sahip çıkmıyor yani…
Aralarında yeni liberal eski solcu Cengiz Çandar ve Şahin Alpay gibi isimlerin bulunduğu sol görüşlü gençlerin Filistin Kurtuluş Örgütünün Kamplarında İsrail’e karşı bulunmaları(!) ballandıra ballandıra anlatılıyor ama
Suriye’nin baskıcı rejimi altında inim inim inlerken Türkiye’den Suriye’ye giriş yapan ülkücü Erol Türkmen tarafından örgütlenip el-Muhaberat teşkilatına kök söktüren Bayır-Bucak Türkmenlerini kimse yazmıyor..
Ne garip bir tecelli, ne garip bir adalet…
Sahibi olmayanın tarihi de olmuyor işte…
OZAN ARİF BODUR